Obsesyon, Türkçeye takıntı olarak çevrilebilecek bir kelime ve sıkıntı yaratan fakat saçma olduğu bilindiği halde bir türlü aşılamayan fikir olarak tarif ediliyor. Takıntılı, obsesif-kompülsif bozukluğu olan kişiler de “toplama ve biriktirme” özellikleri ile tanınıyor.
Koleksiyoncuların obsesif yani takıntılı kişiler olduklarını
söyleyebiliriz. Müzik eleştirmeni Naim Dilmener’in ilk romanı Obsesyon’un (Mart
2018, Doğan Kit.) kahramanı Selami böyle biri. Aslında bir anti kahraman.
Koleksiyonu için işini, karısını ve çocuğunu terk etmiş. Bir başka bakış
açısıyla söylersek koleksiyon merakı iş ve aşk hayatının bitmesine neden olmuş.
Selami, Avcılar’da plaklarla tıka basa dolu bir dairede
oturuyor. Zaten karısının kızını alıp evi terk etmesinin nedeni de bu
koleksiyon. Koleksiyon evde hareket edecek hiç yer bırakmayınca kadın kocasını
bırakıp annesine sığınıyor. Çünkü koleksiyonun kendisinden de çocuğundan da
değerli olduğunu düşünüyor. Haklı.
Selami tamamen yalnız biri. Dostu, arkadaşı yok. İnşaat
mühendisliğini bırakmış, kendini koleksiyonuna adamış. Dev bir koleksiyon
yapmış. Eksik kalmış nadide parçaların peşinde koşuyor, sahafları araştırıyor. Bir
film ya da TV programında ihtiyaç olduğunda aranacak, görüşü alınacak kadar da
bu alanda meşhur.
Edebiyat tarihinde saplantılı koleksiyoncuları konu alan
birçok önemli yapıt vardır. Bunlardan benim ilk aklıma gelen John Fowles’un
1963 tarihli Koleksiyoncu’su (Ayrıntı yay.). Fowles, bir resim öğrencisine âşık
olup kaçıran ve onu evinde hapis ederek koleksiyonunun en nadide parçası olarak
saklamaya çalışan bir kelebek koleksiyoncusunu anlatır. William Wyler 1965’de
romanı sinemaya uyarlamış ve Oscar’larla ödüllendirilen çok etkileyici bir
yapım ortaya çıkmıştı. Romanın Türkçesi “kendimize göre haklı olan bir tutku
adına yapabileceklerimizin ikna edici ve masum bir anlatısı” olarak
tanıtılıyor. Obsesyon’u da bir boyutuyla aynı cümlelerle tanımlayabiliriz. Zira
nadide bir plağı ele geçirmek için Selami’nin yapmayacağı şey yok. Bütün
servetini verebilir ya da en akıl almaz suçları işleyebilir.
Naim Dilmener’in koleksiyoncu anti kahramanı Selami, Sezenak
Su’nun Çince okuduğu söylenen 45’lik plağının peşinde. Buradan bir gerilim
çıkabilir, çok güzel bir polisiyeye de ana fikir olabilir. Hele işin içinde
cinayet de varsa. Ama Naim Dilmener sadece bu olaya odaklanmıyor. Bu olay
romanın vesilesi oluyor ama onun esas odak noktası kendi ifadesi ile “Dünyanın
gidişatı”. Dünyanın olmasa da Türkiye’nin gidişatını İstanbul örneğinde ayrıntılı
ve hayattan örneklerle ele alıyor. 2010’lu yıllar itibariyle İstanbul’daki
gündelik yaşamın bir fotoğrafını çekiyor, azınlıklara davranıştan, çarpık
kentleşmeye hemen her konuda görüşler ileri sürüyor. Okur olarak biz ne kötü halde
olduğumuzu bir kere daha idrak ediyoruz.
Selami, Avcılar’da oturuyor ama en yakın sahaf Bakırköy’de,
sahafların çoğu ise Beyoğlu’nda. Bu da sık sık uzun yolculuklar yapmak anlamına
geliyor. Selami’nin yaşamının çoğu metrobüste geçiyor. Metrobüslerde yaşananlar,
gözlemlenenler sözünü ettiğim gündelik yaşamın fotoğrafını çekmek için uygun
bir yer. Her cins ve karakterde insan var ve bunlar hiç tanımadıkları kişilere
içlerini dökmeye, en mahrem yaşamlarını anlatmaya bayılıyor. Ama Naim Dilmener
metrobüsle yetinmiyor, kahramanını Marmaray’ın olaylı açılışına da dahil
ediyor. Marmaray 29 Ekim 2013’de açılmış. Romanı bu döneme zamanlayabiliriz.
Tabii ki asıl gözlem yerleri Bakırköy ve Beyoğlu.
İstanbul’daki yaşam tarzının mütedeyyin bir anlayışla nasıl yeniden
şekillendirilmeye çalışıldığını çarpıcı gözlemlerle kahramanı Selami’nin bakış
açısından anlatıyor Dilmener.
Görüntüde bir mütedeyyinleşme vardır, Beyoğlu’nun ara
sokaklarında rock barların yerini nargile kafe’ler almıştır ama kişilikleri
değiştirmek pek kolay değildir, daha çok zaman alır. Dilmener bunu da çeşitli
vesilelerle örnekliyor. Toplumsal çöküşü, yozlaşmayı, dini ya da milli
değerlerin nasıl yıpratıldığını kara mizah tadında yansıtıyor. Bir yandan için
için gülüyor bir yandan düşürüldüğümüz bu hale sinirleniyorsunuz. Ama bir soru
da aklınızdan geçmiyor değil; bu eleştiriler bu kadar ağır basmasaydı romanın
gidişatında koleksiyonculuğa, koleksiyonucunun takıntılarına daha çok ağırlık
verilseydi nasıl bir roman ortaya çıkardı?
Selami uydu kanallardan indirdiği porno filmleri CD’lere
kaydedip satarak geçiniyor. En önemli müşterisi de Bakırköy’de ne sattığı ilk
bakışta anlaşılamayan bakkal görünümlü bir esnaf. Bu esnaf son derece dindar havalarda.
Ağzından dualar eksik olmuyor ama porno meraklısı.
Selami’nin şizofren bir yapısı var. Sürekli “Canımın içi”
adını verdiği bir iç sesle tartışıyor. Onunla tartışmadığı zamanlarda oturduğu
apartmanın kapıcısıyla, yöneticisiyle, komşularıyla tartışıyor, hatta kavga
ediyor. Kendisini terk eden karısıyla ve bu işe neden olduğunu düşündüğü
kaynanasıyla da kavgalı. Tek barışık olduğu kişi dokuz yaşındaki kızı. Onu çok
seviyor. Kavga etmemesi, iyi geçinmesi gerektiğini bildiği kişiler de sahaflar.
Çünkü onlardan topluyor koleksiyonunu.
Obsesyon’un arka kapağında Sezen Aksu’nun tanıtım cümlesi
var ama Naim Dilmener romandaki sanatçıların isimlerini değiştirmeyi, deforme
etmeyi tercih etmiş nedense. Sanırım hukuki bir çekince var. Ama ben bir
hakaret ya da aşağılama görmedim, aksine sanatçıları övüyor, yüceltiyor. Zaten
kahramanı Selami, Sezen Aksu’nun dikkati çektiği gibi tam bir fanatik
hayran.
Sezenak Su, Seldabağ, Ergen Şoray, İlham İren gibi
deformasyonlarda kimin kast edildiğini hemen anlıyorsunuz. Hukuki bir durumda
bu deformasyon yazarı kurtarmaz. Öte yandan Sezenak Su yerine açıkca Sezen Aksu
yazılsa roman daha sahicileşirmiş diye düşünüyorum. Zira koleksiyoncu
alemlerinde anlatılan Ajda Pekkan’ın Japonca plağı, Erkin Koray’ın çıplak
fotoğraflı plak kapağı gibi öyküler daha somutlaşmış olurdu.
Naim Dilmener’in iyi bir anlatıcı olduğunu biliyoruz. İlk
yazıları, 70’lerin ortasında, Demokrat İzmir ve Bursa Hâkimiyet gazetelerinde
yayımlanmış. 1997 yılında, Gazete Pazar’da ise düzenli olarak müzik üzerine
yazmaya başlamış. 21 yıldan beri sürekli yazıyor, yayımlıyor.
1998’de yayımlanan Sabrina-The Remixes ve İmkânsız Aşk
Hikâyeleri (Çalıntı yay.) adlı anlatıları da edebiyata yoğunlaşsa iyi bir yazar
olacağının işaretlerini veriyordu. Naim Dilmener yarattığı antikahramanın
karakterini ince ince işlediği bir kurguyla, tatlı dilli ama kara mizaha varan
gerçekçi bir anlatımla Türkiye’nin gidişatını eleştirel dille anlatan bir roman
yazmış. 26.04.2018
Yorumlar