METİN CELAL İLE YAYINLADIĞI DERGİLER VE DERGİCİLİĞİ ÜZERİNE “Kimse yazdığı hakkında durup düşünmek, kalemi eline almak istemiyordu.”

Selçuk Küpçük'le söyleşi... 
Türkiye’de özellikle 1980 sonrası edebiyat dergiciliğini temsil eden birkaç isimden birisi hiç kuşkusuz METİN CELAL. ODTÜ’de öğrencilik yıllarında yayınlamaya başladığı Edebiyat Bülteni’nden, Özgür Yayınları bünyesinde çıkan ve Kasım/Aralık 2013 tarihli 42.sayısında kapanan Özgür Edebiyat dergisine kadar birçok derginin okura ulaşmasına öncülük etti. 1980 sonrasının şiir ve dergicilik anlayışını tetikleyen Üç Çiçek’ten sonra özellikle 80 Kuşağı’nı temsil eden dergiler olarak ele alabileceğimiz, 1984 yılında çıkardığı İmge/Ayrım, sonrasında Poetika isimli şiir dergilerini yayınlayan Celal içerisinde bulunduğu kuşağın şiir anlayışını bugünlerde tekrar basılan Yeni Türk Şiiri kitabında da tarihe not düşerek eleştiri dünyamıza katkılar sundu.  METİN CELAL ile 1980 Kuşağı’nın şiir anlayışını taşıyan ve yayınına öncülük ettiği dergileri üzerine konuştuk (S.K).
1980’den itibaren (ODTÜ’de öğrenci iken çıkardığınız Edebiyat Bülteni’nden başlayarak) dergicilik pratiğinin içerisindesiniz. Sizce 1980 sonrası dergilerinin kendinden önceki yılları kapsayan dergicilik anlayışı ile arasında ne tür farklılıkları var?
Edebiyat maceramda hep dergilerin önemli yeri oldu. ODTÜ’ye geldiğimde Edebiyat Kulübü’ne katıldım. O döneme göre ODTÜ’nün birçok olanağı vardı ve öğrenciler kulüpler aracılığıyla bu olanakları kullanabiliyordu. Yazar sohbetleri, sempozyumlar, paneller tertip edilebiliyordu. Edebiyat Kulübü’ndeki Hürol Taşdelen, Ahmet İçduygu, İlkiz Kucur gibi arkadaşlar da zaten okulun olanakları ile bir dergi çıkartmıştı. “Yasak” adlı bu dergi ilk sayısında yasaklanmıştı sıkıyönetimce. Ben aralarına katıldığımda Bülten çalışmaları yapılıyordu. İlk denememi de bu sayede yazdım.
O yıllarda dergilere çat kapı gitmek mümkündü Oluşum Dergisi de Küçükesat’ta kaldığım eve çok yakındı. Gittim, Hayrünnisa Kadıbeşegil’le tanıştım. Hemen beni dergiye kattı. Derginin düzeltilerine, dağıtımına yardımcı oldum. İlk şiirim de orada yayımlandı. O dönem yine bizim mahallede bürosu olan Ali Püsküllüoğlu’nun Yusufçuk, sonra Mehmet Taner’in Tan’ı sürekli kapısını çaldığım dergilerdi. Ama İstanbul’daki arkadaş çevremizde de hep kendi dergimizi çıkartma arzumuz vardı.  
80 sonrası tamamen çorak bir ortamdı. Mevcut dergilerin birçoğu 12 Eylül Darbesi ile kapanmıştı ve darbeciler yeni bir dergi çıkartılmasına izin vermiyorlardı. Parası olanlar atıl durumdaki dergilerin haklarını alıp bu duruma çözüm bulmaya çalıştılar; Somut’u Yazko’nun alması gibi.  Dergi yokluğunda yeni sermaye destekli dergiler çıkmaya başladı. Önceden alışık olmadığımız, ofset baskı, kuşe kapaklı, çok tirajlı dergiler. Gösteri, Sanat Olayı gibi. Yazarların Kooperatifi Yazko da edebiyat ve çeviri dergileri çıkarttı ve bunlar çoksatan dergiler oldular. Türk Dili, Varlık gibi dergilerde yayıma devam ediyordu ama hiçbirinde sözümüzü tam söyleyemeyeceğimizi anlayınca kendi dergilerimizi çıkartmaya karar verdik. İlk dergi Üç Çiçek’tir. Adnan Özer ve arkadaşları yayınevi kurmakla kalmamış bir dergi çıkartmaya karar vermişlerdi. Bir gün Taner Ay’la kapılarını çaldık ve hemen dergiye dahil olduk.
Sizin Ankara döneminizde içerisinde bulunduğunuz Yaşam İçin Şiir dergisinin, 1980 sonrası şiir dergiciliği açısından ilk örnek olduğunu söylüyorsunuz Yeni Türk Şiiri kitabınızda. 80 sonrası salt şiiri merkez alan dergilerin yoğun çıkışını neye bağlıyorsunuz?
12 Eylül Darbesi ile tüm kültür yaşamı kesintiye uğramıştı. Dergiler, yayınevleri, kitapevleri kapanmıştı. Yazarlar, aydınlar ya hapis ediliyordu ya da yurtdışına kaçmaya zorlanıyordu. 80 öncesinin siyasi ortamı da kalmamıştı. Hiçbir şekilde siyasi bir söz kurmanız mümkün değildi ama 80 öncesinden gelen şiir tam anlamıyla siyasiydi. 70 Kuşağı’ndan ve daha öncesinden gelen şairler söylemlerini değiştirmek ya da susmak zorunda kaldılar. İstanbul’da Moda’da çay bahçelerinde, Kadıköy’de kahvelerde, Beyazıt ve Sultanahmet’te şair dostlarla buluşuyor, şiir konuşuyorduk. Şiirin amacının öncelikle şiir olmak, olduğu görüşü gelişiyordu. Şiir önce şiir olur sonra başka amaçlara kullanılır diyorduk. Bu bakış da siyasi tavrına bakmadan şiir düşünen, yazan herkesle buluşup, konuşmamızı kolaylaştırıyordu. Bu konuşmalar sonucunda dergiler çıkmaya başladı.
Diğer yandan da siyasi görüşlerini başka alanlarda ifade edemeyeceklerini anlayanlar da şiir yazmaya, dergiler yayımlamaya başladı. Böylece her yanı şiir dergileri sarmaya başladı.
Ben Ankara’da okuyordum ama evim İstanbul’da olduğu için sık sık İstanbul’a gidiyordum. Bu sırada Mehmet Müfit’ten Oktay Akıncı ile birlikte küçük bir şiir dergisi çıkartacakları haberi geldi. “Yaşam İçin Şiir” Derginin Ankara dağıtımına yardımcı olur muyum, diye soruyordu. Tabii kabul ettim. Bu sayede Behçet Aysan’la tanıştım. Birlikte derginin dağıtımını yaparken dost olduk. Behçet’i hep özlemle anarım. Çok iyi bir insan, çok iyi bir dosttu. 

1984 yılında İmge/Ayrım dergisini çıkartıyorsunuz. Hemen arkasından Poetika dergisi geliyor. Böyle birbirine eklemlenen bir dergicilik trafiği gözlemliyoruz o yıllarda. Siz birbirini tanıyan şairlerin sürekli ardı ardına şiir, edebiyat dergisi çıkarma isteğini nasıl açıklıyorsunuz?
Sürekli ardı ardına şiir, edebiyat dergisi çıkarma isteği diye bir şey yok tabii ki. Aslında sürekli yayımlanan tek bir dergimiz olsun istiyoruz ama maddi koşullar buna elvermiyor. Dergilerin sermayeleri de bir-iki sayılık olunca ardı ardına dergiler çıkartma durumu doğuyor. Yani keyfi bir durum değil,
Arkadaşımız Levent Erseven’in İmge adında bir yayınevi kurmuştu. İmge/Ayrım’ı da onun desteği ile çıkarttık. Orhan Kahyaoğlu ve Zeki Coşkun’la birlikte üç sayılık ama verimli bir çalışma oldu. Levent dergiyi destekleyemeyeceğini bildirince üçüncü sayıda kapandı. O sırada Mehmet Müfit 35 top kağıt aldığını söyleyince, bu kağıdı sermaye yapıp bir yayınevi kurup bir dergi yayımlamaya karar verdik. Tuğrul Tanyol da katıldı. Poetika da böylece çıkmış oldu.  
Hem İmge/Ayrım hem de Poetika dergi olmasına karşın künyesinde “kitap” ibaresi geçiyor. 80’lerdeki dergicilik açısından bu sık rastladığımız bir durum. O yıllarda dergilerin kitap olarak yayınlanmasının gerekçeleri konusunda neler söylersiniz?
Sıkıyönetimden dergi çıkartma izini alınamadığı için tamamen siyasi durum nedeniyle gelişen bir çözüm yolu, dergileri “kitap” ya da “seçki” diye yayımlamak. Çözüm olarak da bu yol bulundu.
Mehmet Müfit ve Tuğrul Tanyol ile 1984 yılında yayınlamaya başladığınız Poetika’nın ilk sayısında derginin çıkış gerekçelerini ortaya koyan 8 madde sıralıyorsunuz. Biraz bu sunuş yazısı ve Poetika’nın o yıllardaki şiir anlayışına dair itirazları, önerileri hususunda konuşabilir miyiz?
O sunuş yazısı, 80 kuşağı şairleri olarak bizim çoktandır aramızda konuştuğumuz konuların ifade edilmesiydi. Tabii ki bir manifesto değil ama öyle de algılanabilir. Şiirin her şeyden önce şiir olması gerektiği, şiirde anlamın ön koşul olmadığı, başka niteliklerin de gerektiği, şiirin imgelerle yazılabileceği, her şairin kendine has kimliği olması gerektiği gibi konuları böylece tartışmaya açmış olduk. Zaten sonraki sayılarda da bu konularda yazılar yayımladık ve bu yazılar şiir ortamında büyük bir tartışmayı tetikledi. Yazılarımız aleyhinde yüzlerce yazı yazıldı. Üstüne Varlık Dergisi’nin konuyla ilgili yayınları gelince de iş iyice dallanıp budaklandı.
İlk sayısı Ocak-Şubat 2007’de okuyucuya sunulan Özgür Edebiyat dergisi Özgür Yayınları’nın bünyesinde ve sizin yönetiminizde çıktı. -Geçmiş dönemlerdeki farklı dergicilik tecrübenizi de dikkate alarak- bir edebiyat dergisinin kurumsallaşmış bir yayınevi bünyesinde çıkartılıyor oluşunun avantajları ya da -varsa- dezavantajları nelerdir?
Daha önce Adnan Özer’in yönetiminde, Gendaş Yayınları bünyesinde E Dergisi’ni çıkartmıştık. Ben profesyonel olarak da çeşitli dergi gruplarında çalışmıştım. Sanat Olayı, Bakış, Cönk gibi dergilerde kurumsallaşmış yayınevlerinde dergi çıkartmanın avantaj ve dezavantajlarını yaşamıştım. Kurumsallaşmış yayınevinde sizin kendi başınıza yapmak zorunda olduğunuz işleri yapan görevliler vardır. İşinizi kolaylaştırırlar. Ayrıca sermaye kuvvetli olduğu için “Dergiyi nerede, nasıl çıkartacağız? Kağıdını nasıl alacağız?” gibi dertler de olmaz. Öte yandan bu tür dergilerin yeterince satması ve ilan alması gerekir ki bu da içerik açısından manevi baskı yaratır. Rahat davranamaz, aklınıza esen konuyu işleyemez, ne isterseniz yazamazsınız. İster istemez bir otosansür oluşur.

Özgür Edebiyat dergisi sizin daha evvel bir şekilde içerisinde bulunduğunuz bazı dergilere nazaran ürün dergiciliği yaklaşımına yaslanan bir yayın anlayışı ortaya koydu. 2007’de yayınlanmaya başlayan Özgür Edebiyat’ın çıkış öyküsü nasıldır? Hangi gerekçelerle, hangi aşamalardan geçerek ilk sayıya gelindi?
Özgür Yayınları küçük bir yayınevi. Belli bir yayın anlayışı var. Atilla Birkiye bir sohbette yayınevinin kurucusu Refik Ulu'nun hep bir edebiyat dergisi çıkartmak istediğinden söz etmiş Erol Ulu'ya. O da olur deyince, "Metin Celâl de yönetir" demiş Atilla. Böylece başladık. O yıllarda edebiyat dergisi eksikliği olduğu kanısındaydım. Dergiler derleme halini almıştı. Şiir ve öyküler üst üste konulup dergi diye yayımlanıyordu. Meselesi olan, şiir ve öykü yanında eleştiri ve deneme yazıları yayımlayan bir dergi olmalı, diye düşünüyordum. Şaire, yazara değil edebiyatın kendisine önem vermemiz gerektiği fikrindeydim. Bu kanımı arkadaşlarım Adnan Özer, Atilla Birkiye ve Tuğrul Tanyol’la paylaştım. O zamanlar Viyana’da yaşayan Oktay Taftalı’ya da haber uçurduk. Ekip toplandı. Sonra İbrahim Yıldırım, Baki Asiltürk gibi dostlarımız da destek verdi.
42. sayısında (Kasım/Aralık 2013) kapanan dergide “Tadında Bırakmak” başlıklı son bir yazı yayınladınız. -Kapanış gerekçenizi de merak ederek- Sizce Özgür Edebiyat mevcut şiir, edebiyat ortamına neler söyledi, neler kattı? Derginiz 2000’lerin şiir, edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyordu ayrıca?
İlk sayılarda planladığımız gibi edebiyatın meselelerine yoğunlaşan yazılarla yola çıktık. Roman, öykü ve şiirin güncel meselelerini tartışmaya çalıştık. Umudum bizim yazılarımızın çağırıcı olacağı ve başka yazarların da eleştiri çalışmaları ile dergiye katkıda bulunacağıydı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Çok az yeni yazar kazanabildik, onların çoğunun da sürekli yazmasını sağlayamadık. Oysa genç akademisyenlerin iyi yazılar yazdığını, yayımlatma ihtiyaçları olduğunu da biliyordum.
Öte yandan müthiş bir şiir ve öykü bombardımanına uğradık. Herkes ürün yayımlatmak arzusundaydı. Ama kimse yazdığı hakkında durup düşünmek, kalemi eline almak istemiyordu. Özellikle şiir yazanların hemen hiçbir şey okumadığı, şiirin nasıl yazıldığını, kendilerinden önceki ustaların ya da çağdaşlarının neler yazdığını merak etmediklerini anladım. Öyle ki şiir yolladıkları derginin nasıl bir şey olduğunu merak etmiyor, bir sayısını edinip okuyorlardı. Tabii bunun sonucu olarak ortaya çok kötü örnekler çıkıyordu. Şiir diyemeyeceğiniz ilkellikleri müthiş bir cesaretle yolluyorlardı. Gelen şiirlerin %99,9’unu yayımlayamadık. Oysa ben yeni nitelikli şairler çıkacağını düşünüyordum genç kuşaklardan. Yazık ki bunların sayısı çok azdı.
Öyküde durum biraz daha iyi. Şiire göre daha çok emek isteyen bir tür olduğu için sanırım daha özenli yazıyorlar. Gelen hemen her öyküde belirli bir ortalamayı tutturuyor. Ama yenilik, özgünlük çok az. Hemen hepsi birbirine benziyor, konu ve yazım biçimi olarak. Bu sayede yeni birkaç öykücünün yayımlanmasına vesile olabildik. İbrahim Yıldırım büyük bir emek ve sabırla tüm öyküleri değerlendirdi. Yazarlarla iletişim kuruldu ve sonuç alındı. Ama aynı sonucu şiirde alamadık. Eleştiri ve incelemede ise durum vahimdi.
Özgür Edebiyat’ı 7 yıl boyunca aralıksız yayımladık. Dağıtım sıkıntısı yoktu, İlan bile alıyordu. Yayınevi de memnundu. Yani maddi bir kapatma gerekçemiz yoktu. Ama 7 yılın sonunda ben derginin işlevini tamamladığını düşündüm. Üzülenler oldu ama arkasından çok ağlayan olduğunu sanmıyorum. 
(Yolcu Dergisi, Kasım-Aralık 2018)


Yorumlar