Bir “İlk Roman” olarak Hayal-i Celâl

Hayal-i Celâl’i okumayı ihmal etmiştim. İstanbul Şiir ve Edebiyat Festivali’nin Edebiyat Akademisi konuşmalarından birini yapan Seval Şahin klasiklerden söz ederken bu kitabı da anınca aklıma düştü. Hayal-i Celâl (1) Mehmet Celâl ya da Celâlettin Bey diye de tanınan Recaizade Mehmet Celâl’in 1873’de kitap olarak bastırdığı eseri. Mehmet Celâl, 1838-1882 yılları arasında İstanbul’da yaşamış. 44 yaşında ölmüş. İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri’nin ilk cildinde yer alan “Celâl Bey” maddesine göre yayınlanmamış, “biri vâdî-i âdîde ve diğeri tarz-ı hevâyîde” iki şiir divançesinin, birkaç düzyazı hikâyesinin ve başka çeşitli eserinin bulunuyormuş (2). “Zevkî” mahlasını kullanıyormuş. Çok edebi bulunan eserlerinin insanı utandıracak kadar müstehcen nitelikte olduğu belirtiliyor. Açıkça ifade ettiği cinsel tercihlerinin de eserlerinin yayımlanmaması, şair ve yazar olarak tanınmamasında etkili olduğu düşünülebilir. Recaizade Mahmut Ekrem’in ağabeyi. Edebiyat çevrelerine uzak olmadığı anlaşılıyor. Edip olarak biliniyor, zaten o nedenle de İbnülemin Mahmut Kemal İnal onu Son Asır Türk Şairleri’nden saymış, biyografisini yazmış.   
Hayal-i Celâl’in kahramanı Şeyda Efendi olumsuz bir tip. Erol Köroğlu’nun belirttiği gibi Recaizade Mehmet Celâlbir türlü evlenemeyen, parası pulu ve ona destek olacak akrabası, babası olmayan, pek tipsiz Şeyda’nın eş arama öyküsünü anlatır” kitapta. Üstelik anlatıcı Muttali Efendi de yine Köroğlu’dan alıntılarsak “Gayet bozguncu ve olan biteni düzene sokmaktan, düzlemekten kaçınan, çapağıyla anlatan, matrak geçip eğlenen bir” kişidir. Kitap boyunca anlatacağı Şeyda’nın başına gelenlerin planlayıcısı da kendisidir. Toplum içinde saygı duyulan, düşüncelerine önem verilen, otorite sahibi biridir Muttali Efendi.   
Şeyda, kendisine kalan mirası son kuruşuna kadar tüketmiş. Arkadaş çevresinde çabuk sarhoş olması, topluma ayak uyduramaması, dost meclislerindeki garip tavırları, en önemlisi şehvet düşkünlüğü nedeniyle sevilmiyor. Gece yatısına kaldığı her evde aşırı sarhoşluk ya da cinsel tacizleri nedeniyle mutlaka olay çıkartmış, başı derde girmiş. Kötü nitelikleriyle adı dillere düşmüş bir tip. 
Şeyda’nın adının çıkmasına neden olan olayları yaratmasının sebebi bir türlü karşı cinsle ilişki kuramaması. Bulduğu her fırsatı değerlendirmeye çalışıyor, başı derde giriyor. Bu fırsatlar da dostlarına misafirliğe gittiğinde karşısına çıkıyor. Bir yolunu bulup harem bölümüne geçiyor ve gördüğü ilk kapıdan dalıyor. Bu kapılar da çoğunlukla misafir olduğu evin çalışanları oluyor. Ama çok beceriksiz. Sarhoşluğuna sakarlığı da eklendiğinden her defasında rezil oluyor.
Kitaba konu olan esas rezalet Şeyda’nın bir gün tesadüfen yolda rastladığı ve daha önce hiç tanışmadığı komşusu dul Zekâvet Hanım’a, Arap Cariyesi ile evlilik teklifi mektubu yollamasıyla başlıyor. Zekâvet Hanım’ın ağabeyi gibi kabul ettiği ve çok önem verdiği Muttali Efendi’nin de katılması ile oyun kurulur. Şeyda, evlenme arzusunun peşinde koşarken herkese rezil edilecektir. 
Recaizade Mehmet Celâl kitabın sonundaki notta eseri açıkça “roman” olarak niteliyor. Şemsettin Sami’nin 1872 ve 1873 yıllarında Hadika gazetesinde tefrika edilip 1875’te kitaplaştırılan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ından (2) roman olarak söz etmediği de biliniyor. Yazarı böyle nitelemese de bu eser Türkçe’de ilk roman olarak kabul edilmiş. Oysa şimdi elimizde bizzat yazarınca “roman” olarak sunulan bir eser var. Üstelik tefrika edilmeden, doğrudan kitap olarak basılmış. Bugünden baktığımızda doğrudan kitap olarak basılmak eserin daha önemli görüleceği izlenimi verse de bir eserin, özellikle romanın tefrika edilmesinin o zamanlar nasıl bir önemi olduğunu da anımsamalıyız.
Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de ilk romanlar öncelikle gazete ya da dergilerde tefrika ediliyor, sonra kitaplaşıyor. İlk Türkçe gazetelerin edebiyatla doğrudan ilgileri var. Gazeteleri ya edebiyatçılar çıkartıyor ya da gazetelerin temel direklerini edebiyatçılar oluşturuyor. 22 Ekim 1860 günü yayıma başlayan ilk özel gazete Tercüman-ı Ahval ilk tefrikanın yayımlandığı yer olmuş. Agah Efendi ile birlikte gazeteyi yayımlayan Şinasi’nin tiyatro eseri Şair Evlenmesi de Türk gazetecilik tarihinde ilk tefrika olarak kayıtlara geçmiş. Şair Evlenmesi noktalama işaretlerinin kullanıldığı ilk eser olarak da biliniyor. Gazetelerin edebiyatçılarla iyi ilişkisi ve tefrika yayımı 60’lı yıllara kadar sürmüş. 60’lı yıllardan sonra giderek azalmış, şimdi yok seviyesinde (4).  
Hayal-i Celâl’in yayımlandığı tarihte ve sonrasında edebiyat tarihine geçmiş eserler arasında tefrika edilmemiş roman yok gibi belki de yok. Romanlar önce gazete ve dergilerde tefrika ediliyor, sonra bunlardan sanırım satış şansı olduğu düşünülenler kitap olarak basılıyor. Tefrika edilip kitaplaşmamış romanların sayısının çokluğu ama kitaplaşmış roman sayısının azlığı okurların romanları öncelikle gazete ve dergi tefrikalarından izlediğini gösteriyor. Kitap yayımının çok sınırlı, satış yerlerinin de çok az olduğu biliniyor.
Hayal-i Celâl’in tefrika edilmeden kitap olarak basılmış olması onun açısından bir meziyet, ayırıcı unsur değil, yani çalışmaya önem ve değer katmıyor. Aksine gazete editörlerince tefrika edilmeye değer bulunulmadığını, beğenilmediğini bile düşünebiliriz. Tabii, Recaizade Mehmet Celâl’in böyle bir girişimi olduysa. Yani tefrika edilmeden, doğrudan kitap olarak basılmış olmak o dönem için çalışmaya bir değer katmıyor aksine değersizleşmesine, görmezden gelinmesine, nihayet edebiyat tarihlerinde hiç anılmamasına neden olmuş bile olabilir. Tefrika edilmediği gibi bir yayınevinden de çıkmamış Hayal-i Celâl, kitabı yazarı yayımlamış, kitapçılara dağıtılmadan yani okura ulaşamadan kalmış olması da mümkün.    
Hiç bitmeyen “İlk Türkçe roman” tartışmasına da bir bakmakta fayda var. Şemsettin Sami'nin 1872 tarihli Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat’ının Türk edebiyatında ilk roman olduğu genel kabul gören bir tez. Andreas Tietze ise Vartan Paşa’nın (Hovsep Vartanyan) 1851’de yayımlanan Akabi Hikâyesi'nin ilk Türkçe roman olduğunu iddia eder (5). Yayım tarihi açısından bakıldığında ilk roman olarak kabul edilmesi gereken Akabi Hikâyesi Ermeni harfleriyle Türkçe olarak basılmış olduğu için “ilk”liği tartışma konusu olmuş. O zamanlar esas olarak Arap alfabesi kullanıldığından Ermeni alfabesi ile yayımlanmış bir romanın Türkçe olsa bile “İlk Türk Romanı” sayılıp sayılamayacağı tartışılıyor. Okuduğum makalelerden çoğunluğun “İlk Türk Romanı” olarak hâlâ Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat’ı kabul ettiğini görüyorum. Akabi Hikâyesi'nin adı pek anılmıyor.
Laurent Mignon Ana Metne Taşınan Dipnotlar’da (6) bu tavrı edebiyat araştırmacılarının Arapça dışındaki alfabelere ilgisiz (belki de bilgisiz) olduğunu belirterek sorguluyor. Çünkü Şemsettin Sami'nin Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat'ından önce yine Ermeni alfabesi ile yayımlanmış Hovsep Balıkçıyan, Hovsep Maruş ve Viçen Tilkiyan'ın romanları var ki bu eserler henüz Latin alfabesine aktarılmamışlar. Laurent Mignon’a göre İlk Türkçe roman olarak kabul edilen, Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-u Talat ve Fitnat‘ından önce yayımlanan bazı Ermeni Harfli Türkçe romanlar: Vartan Paşa’nın Boşboğaz Bir Adamın Lafazanlık ile Husule Gelen Fenalıkların Muhtar Risalesi, 1852; Hovsep Balıkçıyan, Karnig, Gülunya ve Dikran’ın Dehşetli Vefatları Hikayesi, 1863; Hovsep Maruş, Bir Sefil Zevce, 1868; Viçen Tilkiyan. Gülunya Yahut Kendi Görünmeyerek Herkesi Gören Kız, 1868 (7).   
Mignon bu eserlerin değerlendirme dışı kalmasının nedenin edebiyata bakışın ırk ve din temelinde olmasını gösteriyor. Yazarların kullandığı dile değil, ırklarına ve dinlerine bakılıyor. O nedenle de Türk ve Müslüman olmayanların eserleri edebiyat tarihlerinde yer almıyor ya da küçümseyici ifadelerle değerlendiriliyor. Mignon’un bu tezlerinin yeterince tartışılmadığını düşünüyorum. Ama Mignon’un tezine karşı ileri sürülen ve Mignon’un da makalelerinde tartışıp karşı çıktığı “Bu yapıtların Arap harfleriyle basılmadığı için kendi cemaatleri dışında okunmaması ve böylece Osmanlı’da edebiyatın gelişiminde etkili olmaması” görüşünü kayda değer buluyorum. Normal okur bir yana edebi çevrelerce bile bilinmiyorlar, değerlendirilmiyorlar. Mignon’un dediği gibi görmezden gelmemi yoksa habersiz olmamı değerlendirmek gerek.   
Öte yandan, bu eserleri Türk Edebiyatına dahil edersek Ermeni Edebiyatı’na haksızlık etmiş olmayacak mıyız, diye de bir soru var. Zira Akabi Hikâyesi'nin ilk Ermeni romanı olduğunu da söylemek mümkün ve bu düşünce bana daha yakın geliyor.
İlk olmak önemli ama bu eserlerin ne kadar roman tanımı içinde değerlendirilebilecekleri de ayrı bir sorun. Uzun hikaye ile romanı birbirine karıştırmış olabilir miyiz? Bu “ilk romanları” olay örgüleri, kahramanlarının işlenişi ile değerlendirdiğimizde hikaye olarak da değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. O dönem yazarlarının hikaye ve roman ayrımı konusunda kafalarının karışık olduğunun en önemli kanıtı Halid Ziya’nın roman üzerine görüşlerini bildirmek için kaleme aldığı kitabına Hikâye adını vermiş olmasıdır sanırım. Geleneksel anlatıların çok güçlü olduğu Osmanlı coğrafyasında yazarların roman yazacağım derken hikayeye meyil etmeleri de normal görünüyor.      
Berna Moran ““Biliyoruz ki bizde roman, Batı’da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir tür olarak çıkmadı ortaya. Batı romanından çeviriler ve taklitlerle başladı; yani Batılılaşmanın bir parçası olarak” diye yazar (8). Bize romanın Batı’dan geldiği görüşü nerdeyse ortak kanıdır. Türk edebiyatında, romanın 1860’tan sonra tanınmaya başladığı yazılır (9). Kenan Akyüz’ün de belirttiği gibi önce Fransızcadan çeviri ve adaptasyonlar yapılmış, sonra onlar örnek alınarak ya da taklit edilerek telif romanlar kaleme alınmış.  
Romanın Batı’dan geldiği konusunda herkes hemfikir ama bu noktadan sonra farklı görüşler de var. Türk Edebiyatındaki geleneksel anlatı türlerinin, halk hikayelerinin, aşık hikayelerinin ya da meddah hikayelerinin, tabii ki masalların, efsanelerin ilk Türkçe romanlar üzerinde etkisi olduğu, bunların izlerinin romanlarda görüldüğü belirtiliyor (10).
Türk romanı bir süre sonra bu etkileri aşmış olsa da ilk örneklerde geleneksel anlatı türlerinden izler bulunduğu konusunda çoğu eleştirmen aynı fikirde. Başka bir deyişle bu romanlarda geleneksel anlatı türleri ile Batılı biçimler birlikte etkili olmuş.
“Çok güzel bir kızla çok güzel bir gencin âşık olmalarının, ayrılmalarının ve sadakatlerinin birlikte ölümle biten bu öyküsü, sözünü ettiğimiz âşık hikâyelerinin yapısına göre kurulmuş ve romans motifleriyle işlenmiş bir roman denemesidir” (9) diyor Berna Moran Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat için.
Berna Moran, makalesini ilk romancılarımızın “geleneksel Türk hikayelerinin yapısını ve kişilerini, kendi çağlarındaki okurların kabul edebilecekleri bir roman dünyasına aktarmakla işe başladıklarını söylemek yanlış olmaz sanırım” diye bitiriyor. 
Roman “İnsanın ya da çevrenin karakterlerini, göreneklerini inceleyen, serüvenlerini anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen, imgesel ya da gerçek olaylara dayanan düzyazı biçiminde, uzun yazı türü”olarak tanımlanıyor (11). Ama eleştirmenlerin roman tanımı biraz daha farklı. Bir çalışmanın roman olup olmadığını tespit etmekte kurgusuna, inandırıcılığına ve gerçekliğine bakmak gerektiği ortak görüş.
Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat’ın konusu açısından yazıldığı dönemin gerçekliğini yansıttığını görüyoruz ama Şemseddin Sami’nin eserini kurgularken şaşırtıcı tesadüflere, masalsı motiflere, inandırıcılığı olmayan olaylara yer verdiği de görülüyor (10). Çok sayıda ve alışılagelmişin dışındaki tesadüflerin romanın gerçeklik duygusunu zedelediği, masalsılaştırdığı düşüncesi de genel kabul görüyor. “Roman türünde var olan neden-sonuç ilişkisine dayalı olay örgüsüne de uymaz” diyor Nuray Küçükler Kuşçu, Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat için (12).
Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat ile ilgili tüm incelemelerde eserin romanla geleneksel anlatılar arasında bir yerde durduğu izlenimi edindim. Ama eleştirmenlerimizin katı bir roman tanımı yaptıkları da bir gerçek. Günümüzde “roman” olarak sunulan bir çalışmayı artık böyle bir bakışla değerlendirmiyoruz.
Hayal-i Celâl’e dönersek, eserin yeni basımının başında yer alan Erol Köroğlu’nun makalesinin başlığının oldukça manidar olduğunu söylemeliyim; “Bu Bir ‘Türkçede İlk Roman’ Değildir! Hayal-i Celâl’i Konumlandırma Denemesi” (2). Erol Köroğlu yazısında “Hayal-i Celâl ilk roman mı, yoksa ilk romanlardan biri mi, hatta roman bile sayılmayabilir mi konularını” tartışıyor. Doğrusu Recaizade Mehmet Celâl’in metnini okurken insanın aklına bu soru gelmemesi olanaksız.
Yazarı Recaizade Mehmet Celâl ne kadar kitabının bir roman olduğunu belirtse de Hayal-i Celâl’de tam olarak roman niteliği bulmak pek mümkün değil. Kitap bir anlatı biçiminde, hikaye ederek başlasa da birkaç sayfa sonra bir meddah öyküsüne/söyleşisine dönüşüyor, sonra da diyaloglar ağır basıyor ve bir tiyatro metni, daha çok da ortaoyunu halini alıyor. Mehmet Celâl çalışmasını roman olarak adlandırıp “hikâye-i musavvere”, yani “tasarlanmış, betimlemeye dayalı, bilinçli ve bir kişinin zihninden çıkma plana dayalı” bir öykü ya da anlatı olduğu açıklamasını eklemiş olsa da sonuç olarak ortaya çıkan metinde bunun başarılamamış olduğunu görüyoruz. Uzunluk olarak da bir novella kadar bile değil, belki uzunca bir hikaye.   
Ta'aşşuk-ı Tal'at ve Fitnat’da olduğu gibi Hayal-i Celâl de geleneksel anlatıyla roman arasındaki yapısıyla bir geçiş dönemi eseri olarak değerlendirilmeli bence.
İlk roman tartışmaları hep ilgimi çekmiştir ama bu başlangıç noktası tespit etme çabasını faydasız da bulurum. İlla bir ilk roman tespit etmemiz gerekiyorsa, Fethi Naci’nin görüşüne katılıyorum; “Yazınsal açıdan ilk Türk romanı Aşk-ı Memnu. Yayım tarihi 1900.” (13).

NOTLAR:
1.      Recaizade Mehmet Celâl, Hayal-i Celâl, Haz. Engin Kılıç, Koç Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, 2018.
2.      Köroğlu, Erol “Bu Bir ‘Türkçede İlk Roman’ Değildir! Hayal-i Celâl’i Konumlandırma Denemesi”, Hayal-i Celâl, Haz. Engin Kılıç, Koç Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, 2018. [çevrimiçi] https://press.ku.edu.tr/blog/bu-bir-turkcede-ilk-roman-degildir-hayal-i-celali-konumlandirma-denemesi/  [14.03.2019’da erişildi.]
3.      Şemseddin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, haz. Özlem Nemutlu, İstanbul, Özgür Yayınları, 2010.
4.      Çıkla, Selçuk, Tanzimat’tan Günümüze Gazete-Edebiyat İlişkisi, Kurmacanın Peşinde, Ankara, Çolpan yay. 2019.  
5.      Vartan Paşa, Akabi Hikâyesi: İlk Türkçe Roman (1851), Haz.: Andreas Tietze, İstanbul, Eren Yayıncılık, 1991.
6.      Mignon, Laurent, Ana Metne Taşınan Dipnotlar, Türk Edebiyatı ve Kültürlerarasılık Üzerine Yazılar, İstanbul, İletişim Yay. 2009.
7.      Mignon, Laurent. “Bir Varmış, Bir Yokmuş… Kanon, Edebiyat Tarihi Ve Azınlıklar Üzerine Notlar”. Pasaj 6 (Kasım 2007-Mayıs 2008). 35-43.
8.      Moran, Berna, “Türk Romanı ve Batılılaşma Sorunu”, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış I, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999.
9.      Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İstanbul, İnkılâp Kitabevi, 1995,  s. 66.
10.  Moran, Berna, “Âşık Hikâyeleri, Hasan Mellah ve İlk Romanlarımız”, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış I, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999.
11.  TDK Türkçe Sözlük, genişletilmiş 7. Baskı, Ankara, Türk Dil Kurumu yay. 1983.
12.  Kuşçu, Nuray Küçükler, Tanzimat'tan Servet-i Fünun'a Türk romanında gerçekçilik anlayışları, Marmara Üniversitesi Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2013 [Çevrimiçi] tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi [12.03.2019 tarihinde erişildi.].

13.  Fethi Naci, Yüzyılın 100 Türk Romanı, İstanbul, Adam yay. 1999.

(Kitap-lık Dergisi, Mayıs 2019)

Yorumlar