“Herkesin bir aşk hikayesi vardır”

“Daha çok sevip daha çok ıstırap çekmeyi mi yeğlersiniz, yoksa daha az sevip daha az ıstırap çekmeyi mi? Sanıyorum sonuçta tek gerçek soru bu” cümleleriyle başlıyor Julian Barnes’ın son romanı ‘Biricik Hikâye’. 
Altmışlı yılların başı. Romanın anlatıcı kahramanı Paul Roberts 19 yaşında bir üniversite öğrencisi. Ailesinin Londra'nın güney banliyölerinden birindeki evine tatili geçirmek için gidiyor. Genç bir delikanlı için oldukça sıkıcı bir yer. Altmışlı yıllarda yaşanan değişimlerin hemen hiçbiri buraya yansımamış. Eğlenmek için tek seçenek genç yaşlı herkesin gittiği tenis kulübü. Paul de burada tenis oynamaya başlıyor. Genç bir üniversiteli olarak evlenme çağında olduğu için tenis kulübü gelecekteki eşlerle buluşma noktası olarak görülüyor. Ama Paul o yaşlardaki çoğu delikanlı gibi yaşıtı kızları beğenmiyor, sıkıcı buluyor. Kendisiyle yaşıt kızların da ona karşı aynı duygularda olduğunun yaşça daha büyük delikanlılara ilgi duyduğunun farkında.
Karışık çiftlerin oynayacağı bir turnuvada 48 yaşında evli bir kadın olan Susan MacLeod kadın çift olarak kuradan çıkıyor. Bu kura aslında Paul’ün geleceğini de belirliyor.        
Kendinden daha büyük iki kızı olan Susan MacLeod ile aralarında dostluk oluşuyor. Paul evlerinde misafir oluyor. Susan’ın kocası ve kızlarıyla tanışıyor. Hem Susan, hem ailesi, hem de yaşam biçimleri kendi evindekinden oldukça farklı ve ona cazip geliyor. Susan’la ilişkileri zamanla aşka evriliyor ve Paul romanın ilk cümlesinde sorduğu soruya “daha çok sevmek” diye cevap veriyor.
Aşk öyküleri birçok benzer romandaki gibi gelişiyor. Ama genç erkek yaşlı kadın aşkı diğer romanlarda olduğu gibi bir yerde noktalanmıyor, geçmiş yazdan güzel bir anı olarak kalmıyor. Paul ve Susan birbirlerine tutkuyla bağlanıyorlar. Aşkları on yıl kadar gizlice sürüyor ve sonunda alenileşiyor. Önce çevrenin, nihayet ailelerin haberi oluyor. Tabii aşkın güzel ayları geçince aile içi şiddet gibi başka acı gerçekler de ortaya çıkıyor.
Paul ve Susan evlerini, ailelerini terk edip Londra’da yeni bir hayat kuruyorlar. Birlikte yaşama ilişkilerinde birçok değişim yaratacaktır. Bir değişim de Paul’ün okulu bitirip iş hayatına atılmasıdır. Daha önce yaş ve mali olanaklar nedeniyle Susan daha belirleyiciyken artık Paul de söz sahibi.
Evini ve ailesini bırakıp yeni bir hayat kurmak dönemin adetlerine göre yaşayan, tipik bir orta sınıf kadını olan, o bakış açısındaki Susan’ın derin bir travma yaşamasına neden oluyor. Aşkı için cesurca evi terk etmiştir ama aklı hâlâ kızlarında ve evdedir. Zaten boşanma, malların paylaşımı gibi konular da gündemdedir.
Susan alkolizmin batağına batarken, sevgilisindeki değişimi anlayamayan, aşık olduğu kadının geçmişteki hallerini özleyen Paul ondan ve evden uzaklaşmaya, başka hayatların, başka aşkların izini sürmeye başlıyor. Ama Susan’dan da tam olarak kopmuyor. Her zor anında yanında olmaya çalışıyor ve onun alkolizmden kurtulması için uğraşıyor.
Öykü bu kadarıyla kalsa benzerlerinden bir farkı olmaz. Julian Barnes’ın farkı Paul’ün günlüklerine de yansıyacak bir şekilde kahramanını aşk ve aşk için verilen mücadelenin sonuçları üzerine düşündürmesi, tartıştırması. Paul yaşadıklarını sürekli sorguluyor ve aşkın öngörüldüğü gibi neden mutluluk getirmediğini, niçin ilk cümledeki sorudaki gibi daha çok sevmenin daha çok ıstırap demek olduğunu tartışıyor ve çıkarımlar yapıyor. Giderek anlatının içinde düşünce daha çok ağır basıyor. Roman kurgudan uzaklaşıyor.                         
Herkesin kendine göre bir ‘Biricik Hikâye’si var mıdır? Julian Barnes’ın anlattıkları öykülerin pek de farklı gelişmediklerini düşündürdü bana. Aşkın sevgiye dönüşüp kalıcılaşmadığı ilişkilerde en az bir kişinin daha çok sevip daha çok ıstırap çekeceği fikri daha ağır basıyor.  (Hürriyet Kitap-Sanat, 28.02.2020)   

Yorumlar