Usta
öykücü Ethem Baran ‘Döngel Dünya’ adlı kitabıyla 66. Sait Faik Hikaye Armağanı'nın sahibi oldu. Ethem Baran’la
öykücülüğünü, Döngel Dünya’yı ve Sait Faik’i konuştuk.
40
yıldan fazladır öykü yazıyorsun? Dönüp geriye baktığında öyküyle, yazıyla
ilişkini nasıl değerlendiriyorsun?
O
kadar olmuş mu gerçekten? İlk öyküm 18 yaşındayken çıkmıştı, 1980 Ocak ayında;
evet, 40 yıl olmuş. 1978'den itibaren henüz bir lise öğrencisiyken desenlerim
yayımlanmaya başlamıştı dergilerde. Yazıyla resim bir süre birlikte gitti.
Sonrasında yazı ağır bastı. Kısacası aklım erdi ereli hep yazının içinde yer
aldım. Bu ilişkide okurluk yanım her zaman ön planda oldu, kendimi daha çok
okur olarak tanımlamayı tercih ettim. Romanlar da yazdım ve yenisini yazıyorum
ama öykünün yeri başka oldu bende. Öykünün sıkı dokusunu, anlam derinliğini,
billurlaşmış halini, vurucu etkisini seviyorum.
Sait
Faik ödülü “Sait Faik’in özellikle
son yıllarında ağırlık verdiği “doğa”nın şiirsel bir söylemle inşasına ilişkin
biçemini, özgün bir dile getirişle yeniden ürettiğin” gerekçesiyle verildi.
Sait Faik’le senin öykücülüğün arasında nasıl yakınlıklar kurabiliriz?
Öyküyü
ben ta ortaokul yıllarında Sait Faik'le tanıdım, ondan öğrendim. İnsanın içinde
gezdirdiği hikâyeyi, doğanın bize fısıldadığı kendi hikâyesini onun satırları
arasında da görünce önümde bir yol açıldığını fark ettim. O yolu başka yollara
bağlamaya, yeni yollar bulmaya ve kendi kendime mırıldanmaya çalışıyorum
yıllardır. Benim de karşıma "sıradan" denilen, kıyıda köşede kalmış,
hikâyesinin anlatılmasını bekleyen insanlar çıkıyor. Bakışlarımı kendi içimden,
içimde dolanıp duran insanlardan dışarı çevirdiğimde de tıpkı onun gibi
yağmuru, rüzgârı, havadaki bulutu, kuşları görüyorum. Bütün bunların benim
gördüklerim, benim harflerim, kelimelerim, cümlelerim olmasını istiyorum. Her
cümle üzerinde ince ince çalışıyorum. Öyküye dönüştüreceğim hikâyeyi anlatmanın
farklı yollarını arayıp bulmaya, keşfetmeye, dahası yaratmaya çaba
gösteriyorum.
Ödül
kazanan kitabın Döngel Dünya bir ustalık dönemi eseri. Kitabı, kitaptaki
öyküleri kendi yazarlık çizginde nereye koyuyorsun?
Döngel
Dünya dört yıllık bir çalışmanın ürünü. Ve benim sekizinci öykü kitabım. Her
kitabımda olduğu gibi bunda da kendimi tekrar etmekten, aynı yerlerde
oyalanmaktan, yeni bir yerlere gidememek ya da en azından oraları işaret
edememekten korkarak kalemi elime aldım. "Ustalık" kelimesi de
korkutur beni. Her gün yeni bir şeyler öğreniyorum, her gün acemiliğim artıyor
ve ben her yeni yazıya tedirgin, ürkek bir ruh haliyle başlıyorum. Döngel Dünya'daki
öyküleri yazarken de öyle oldu. Bildiklerimi, yazdıklarımı unutmak, yazarken
tekrar hatırlamak, hatta her şeyi yeni baştan öğrenmek isteğiydi bu.
Kahramanlarım ve onların hikâyeleri de bana ayak uydurdu.
Döngel
Dünya’da nostalji ağır basıyor. Yurda, eve, anne babaya dönme özlemi var. Uzun
yıllardır Ankara’da yaşayan bir Yozgatlı olarak memleketine, evine, ailene
nasıl dönersin?
Evet,
yaklaşık 40 yıldır Ankara'da yaşıyorum. Ailem uzun yıllar önce Kocaeli'ne
taşındığı için memleketimle bağlantım zayıfladı. Şimdiki Yozgat benim bildiğim
Yozgat değil. Ben de oranın yabancısıyım artık. Ama zihnimde çocukluğumdakine
benzer bir kasaba ve bir mahalle kurdum ve bunu yazıya aktardım. Anlatmak
isteğim hikâyeyi ve onun kahramanlarını alıp o kasabaya, o mahalleye
götürüyorum. Önceden anlattığım kahramanlar hâlâ o mahallede yaşıyor tabii.
Böylece yeni öykünün kahramanlarıyla zaman zaman yolları kesişiyor, hikâyeleri
birbirine bağlanıyor ve bir metinden diğerine sıçrayarak kitaplarım arasında
dolaşıyorlar. Yani nostalji duygusuyla yapmıyorum bunu.
Sıradan
insanları, yoksulları sıcak, insancıl bir üslupla anlatıyorsun. Kahramanların
öykülerine nerelerden geliyor? Esin kaynakların neler?
Hayatın
içinde nasıl durduğumuz, nerelere nasıl baktığımız ve ne istediğimizle ilgili
bir durum sanırım bu. Hikâyelerle çevrili bir dünyada yaşıyoruz. Bazen biz
onları seçiyoruz bazen de onlar bizi. Zorlama, ısmarlama olan hiçbir şeyi
yazamıyorum. Yazmaya başlamadan önce elimde bir hikâye olmasını isterim. Sonra
anlatacağım karakteri iyi tanımak. Onlar gibi düşünmek, hissetmek, yürümek,
konuşmak. İnandırıcı, sahici olmalı anlatacağım karakter. Seviyorum yazdığım
karakterleri. Onları unutmuyorum. Zaman zaman yeni öykülerde tekrar rol
veriyorum onlara. Hayattan ve okuduklarımdan besleniyorum. Hayat dediğim şeyin
de hayalle ilişkisini yakından izliyorum.
Dil
ve anlatıma önem verdiğini biliyoruz. Gülümseyen, mizaha yakın bir anlatımın da
var. Bu dilin, anlatımın içinde mizahın yeri nedir?
Edebiyat
dildir her şeyden önce. Ve dil Alain'in söylediği gibi düşüncenin evidir. Yazmaya
başladığım ilk günden beri üslup sahibi olmaya, kendime ait bir ses bulmaya
çaba gösterdim. Unutulmaya yüz tutmuş, tozlanmış kelimeleri bulup çıkarmaya,
konuşma dilinin inceliklerini göz önüne sermeye, dilin bütün olanaklarını
kullanarak onu genişletmeye çalıştım. Emek verilmemiş, üzerinde çalışılmamış,
ince ayrıntılarına dikkat edilmemiş, kısacası işlenmemiş dil ve anlatım
biçiminin uzağında durmuşumdur her zaman. İnsanı her yönüyle görmeye, tanımaya,
anlamaya çalıştığınızda mizahla, o derin dünyayla yüz yüze gelmeniz kaçınılmaz
bir durum. Ben de seviyorum mizahı. Muzip insanları seviyorum. Onlar da benim
onları sevdiğimi bildiklerinden olsa gerek gelip sızıyorlar satırlarımın
arasına.
Koronavirüslü
günler öykülerine, romanlarına nasıl yansıyacak? Yazmakta olduğunu bildiğimiz
romanında bugünlerin izlerini de bulacak mıyız?
Yeni
romanımda bu günlerin izleri olmayacak, bunu biliyorum. Bu arada öykü yazar
mıyım, şimdiden bir şey söylemem zor; yazarsam da salgın günleri metne sızar mı
bilemem ama hayatımızı kötü etkiledi. Yazmaktan, üretmekten uzaklaştırdı beni.
Okumak dışında bir şey gelmiyor elimden.
(Hürriyet Kitap-Sanat, 14.05.2020).
Yorumlar