“İnsan aşkını seçmez; sadece tanır onu”; romanın ana cümlesi bu olmalı. Bu ruh halini “Eskiden Gelecek Güzeldi”nin başındaki kısa bölümde anlatıyor Adnan Özer. Sevdiğini önce düşünde görmüştür. Yedi yıl sonra da omzuna bir el dokunmuş ve dönüp baktığında tanımıştır onu. Daha önce hiç görmediği, düşünde bile yüzünü seçemediği sevgili karşısındadır.
“Ben zaten âşıktım, o ana kadar vücut
bulmuş halini görmemiştim sadece” diye bu durumu açıklar. Aşkla doğmuştur o.
Aşk, âşık olma hali doğuştan benliğinde vardır. Yapması gereken sadece aşığını
bulmak, aşkı kana cana kavuşturmaktır. Tabii aşkının öznesini bulmadan,
bulamadan ölene dek gezmesi ya da yanılıp yanlış kişiyi seçmesi de mümkündür. Şanslıdır,
hayat onu, sevdiğinin karşısına çıkarmıştır.
“Aşk”, “âşıklık hali” insanın daha doğrusu
şairin varoluşunda temel meselelerden. Öznesinin belirsiz olması, şairin aşkla
doğması da bu halin temel belirtileri. Ömrünce o aşkı arıyor, o aşkla şiirler
yazıyor, o aşkla şad oluyor ya da deli divane oluyor. Aşkla şiirin, aşık
olmakla şair olmanın doğrudan ilişkisi var.
“Eskiden Gelecek Güzeldi”nin (2020, Doğan
Kitap) isimsiz kahramanının, daha doğrusu birinci tekil anlatımdan yola çıkarak
adının Adnan Özer olabileceğini düşündüğümüz kahramanının aşkının öznesini
bulmasının öyküsünü okuyoruz. Tabii ondan önce aşkı bulması gerek. Kendinde var
olan, tözünün bir parçası olan aşkı keşfi.
“Eskiden Gelecek Güzeldi” otobiyografik
bir roman, en azından öyle başlıyor. Kitabın girişindeki kısa biyografideki
bilgileri romanın ilk bölümünden itibaren anlatılanlarla bağdaştırıp böyle bir
düşünceye varıyorum. Anlatıcı yer adı vermese de kişiliğinin biçimlenmesinde
çok önemli rolü olan bol dumanlı çayhanelerin kentinin Batman olduğunu
düşünüyoruz. Demiryolcu babasının görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli
kentlerinde yaşıyor. Liseyi Batman’da bitiriyor. İlk şiirlerini yazması da o
yıllara rastlıyor. Çay evlerinde söylenen türkülerin, okunan şiirlerin mutlaka
etkisi vardır bu oluşumda.
Otobiyografik romanlar bir yanıyla
“bildungsroman”dır, yani oluşum romanı. “Bireyin oluşum dönemini ve sonunda ulaştığı ideal durumu ele alan roman
türü.” “Eskiden Gelecek Güzeldi”nin kahramanı oluşumunu Batman’ın
dumanlı çayhanelerinde tanıştığı gizemli ama irfan sahibi âşıkların hal ve
tavırlarını izleyerek, onların sözlerindeki sırrı çözerek, anlattıklarından
dersler çıkararak tamamlıyor. Bazılarına özeniyor, bazılarının davranışlarını
ise “asla yapılmayacaklar” listesine kaydediyor.
Esmer insanların ülkesinde bir sarışın
olarak farklıdır, kolayca dışlanabilir, küçümsenebilir hatta gereksiz bir
şiddetin hedefi de olabilir. Ama bu farklılık, öteki olma hali kendisine
insafla yaklaşılmasını, genelde kabul görmeyecek hareketlerde ya da geleneklere
uymayan davranışlarda bulunduğu durumlarda hoşgörüyle karşılanmasını da
sağlayabilir. Bu ruh hallerini, çelişkileri ergenlik çağında, tam da kişiliği
oluşurken yaşıyor. Doğal olarak bu ikilemlerin ruhsal yapısında olumlu olumsuz
etkileri oluyor.
Bir oluşum romanında ihmal edilmemesi
gereken en önemli unsur ailedir kuşkusuz. Kahramanımız ailenin tek erkek
çocuğu. Kız kardeşleri var. Geleneksel aile yapısında erkek çocuğun ne kadar
önemsendiğini biliyoruz. En çok şımartılıp özgürlük tanınan da odur, sırtına en
çok sorumluluk yüklenip, ezilen de yine erkek çocuktur. Bir sillesi insanı
mahvetmeye yetecek pehlivan baba, çocuklarının üzerine korumacı bir duyguyla
kapanan anne.
Sert görünümlü pehlivan baba sevgi ve
anlayışla yaklaşır, hatta şımartır, korumacı anne oğlunun her adımını kontrol
etmeye, gelenekleri ileri sürerek özgürlüklerini sınırlamaya, kendi kafasındaki
ideale/normale göre hayatını belirlemeye çalışır. Kahramanımızın şairane
isteklerini baba anlayışla karşılayıp yerine getirmeye çalışırken anne
kafasındaki oğlu için öngördüğü geleceğe uymadığı için bu isteklere şiddetle
karşı çıkar.
Çevrenin ötekileştirmesi, aile içindeki konumundan
kaynaklanan gerilim, oluşumunu belirlerken o çıkış yolu olarak kitapları
buluyor. Edindiği atlasta haritaları izleyip okyanusları aşarken gezgin bir
korsandır. Parmağı onu hep Latin Amerika’ya, Karayipler’e yöneltir. Oralarda
korsanlık yaptığını, egzotik diyarları keşfettiğini düşler.
Üniversite çağı, İstanbul, zamansız
gelişen, Batman gecelerinin düşsel ortamında adeta bir masal havasıyla
anlatılan oluşum romanının birden gerçekçi bir hal almasına neden olur. Büyü
yiter mekânlar somutlaşır. Zaman netleşir. 1980 öncesindeyizdir. Gençlik
devrimci duygularla coşmuş devrim hayalleri kurmaktadır. İlk şiirlerini gizli
gizli yazan genç şair adayı da devrimci bir öğrenci olarak bu eylemliliğe
katılır. Devrimi asıl yapması gerekenlerin işçiler olduğu bilgisiyle onları
örgütlerler. Bizim kahramanımız da okulu boşlayıp işçi sendikasında çalışmaya,
çırakları örgütlemeye girişir.
Bu dünyayı değiştirme inancı, mutlu
gelecek düşü, yakında kâbusa dönüşecektir ama sosyalist bir örgütlenmede yer
alması kahramanımızın çocukluk çağlarından beri yaşattığı düşlerin
gerçekleşmesine vesile olur. Korsan olarak gitmeyi hayal ettiği uzak diyarlara
sosyalist bir genç olarak gidecektir. Küba’ya bir gençlik festivaline gidecek,
günlerce o düş ülkede kalacaktır.
Romanın girişindeki sevgiliyi bulma
sahnesi de Havana’da kalırken bir eğlence gecesi gerçekleşir. Omzuna bir el
dokunur ve dönüp baktığında yedi yıl önce düşünde gördüğü sevgiliyi kanlı ve
canlı olarak karşısında bulur. Aşkının öznesini bulmuştur. Üstelik gelip omzuna
dokunan genç kız da kendisiyle aynı ruh halindedir. Kahramanımız İspanyolca
bilmez, sevgili Türkçe bilmez, ortak konuşabilecekleri bir yabancı dil de
yoktur dağarcıklarında ama aşk diliyle anlaşırlar.
Kahramanımız “saf aşk”ı aradığının ve
bulduğunun bilincindedir. Aşkının öznesinin maddi olarak tanımını hiç yapmaz.
Fiziki özelliklerini tarif etmez. Hatta huyundan suyundan bile bahsetmez. Bir
anlamda melek gibidir sevgili ve kendisinden başkasının, özellikle okurun onu
ölümlü bir varlık, yani bir insan olarak kafasında canlandırmasını
istemediğinden olsa gerek bu yönde hiçbir ipucu vermez. Adını bile anmaz.
“Saf aşk” tinsel bir şeydir. Öznesinin
bulunması onun gerçekleştiğinin delilidir. Fiziki halinin nasıl olduğunu âşığının
yani kahramanımızın bilmesi yeterlidir. Çünkü asıl anlatmak istediği aşkın
nasıl vücut bulduğu, yaşandığı değil nedenleri ve sonuçlarıdır. Zaten “Mutlu
aşk şiiri yoktur”, sanat ve edebiyat eserlerinde mutluluklar değil özlemler,
ayrılıklar, hasretler, çekilen acılar anlatılır. Beş-on gün süren mutluluk
anlarına da ancak satır arasında değinir. Kerem ile Aslı, Ferhad ile Şirin,
Leyla ile Mecnun gibidir şairle sevgilisinin aşkı. Semiha Yankı’nın dediği gibi
“Sevmek bir ömür boyu sürer / sevişmek bir dakika”.
Ayrılık zamanı hemen gelir. Küba’da kalıp
aşkını yaşamak bir ihtimaldir ama ülkedeki devrim hali şairi beklemektedir. O
karar anında nedense kendinde hep var olan şairanelikle değil sorumluluk sahibi
bir sosyalist olarak davranır ve partisinin kendinden beklediği sorumluluğu
hissederek ülkesine döner. Belki de devrimci sorumluluğu bahane etmesinin esas
nedeni, için için “şaire yakışan ayrılıktır” diye düşünmesidir.
Ayrılık, yıllardır arayıp, en umulmadık
yerde, düşlerinin korsan diyarında bulduğu “saf aşk” için bir imtihan
olacaktır. İmtihanlar geçilmeden, zorluklar yaşanmadan hayata geçecek bir aşk
gerçek aşk olmaz. Şairane davranıp aşkı için Küba’da kalsa ayrılık hiç
yaşanmayacaktır. Ama o başka bir öyküdür. Sevdiğine sorumluluğunda olan işleri
hemen düzenleyip döneceğini söyleyip yola koyulur. Bu zorunlu ayrılık sırasında
mektuplarla özlem gidereceklerdir. Sevdiği de onu anlayışla karşılar. Sabırla
bekleyeceğini söyler ve kahramanımızı yolcu ettiği günün hemen ertesinde de ilk
mektubunu yazar.
Bildungsroman, Küba bölümlerinde değişim
geçirmiş hoş bir aşk masalı halini almıştı. İstanbul’a dönüş aşk masalını “12
Eylül Romanı” haline sokar. Eleştirmenlerimiz ve onların etkisindeki okurlarda
12 Eylül’ün öncesi ve sonrasının romanımızda yeterince işlenmediği kanısı
hakimse de ben ciddi bir anlamda bir birikim olduğunu düşünüyorum. Adnan Özer
de “Eskiden Gelecek Güzeldi”de 12 Eylül’ü öncesi ve sonrasıyla içeriden bir
bakışla, gerçekçi bir anlayışla ve bireysel düzlemden yola çıkarak anlatıyor.
Kahramanımız Küba’ya gitme planları yapıp
işlerini düzenlemeye çalışırken ülke de hızla bir askeri darbeye doğru yol
almaktadır. Devrim hayallerinin yerini darbe beklentisi almıştır. Bir askeri
darbe yapılacağını, bu darbenin esas hedefinin ülkedeki devrimci hareketler
olacağını kahramanımızın üyesi olduğu partinin yöneticileri de bilmekte, hatta
ne zaman yapılacağını bile tahmin etmeye çalışmaktadır.
Kahramanımız yöneticisi olduğu çırak
derneğini emin ellere bırakmak için planlar yapıp, sevgilisine kendini daha iyi
ifade etmek için İspanyolca öğrenip, yine sevgilisinin karşısına gerçek bir
şair olarak çıkmak için bir şiir kitabı yayınlatmaya uğraşırken bir yıl
geçiverir. Artık daha fazla zaman kaybetmek istemeyen kahramanımız sert görünümlü
ama şefkatli babasının umulmadık jestiyle maddi sorununu da çözebileceğini, yol
masraflarını karşılayabileceğini öğrendiği sırada darbe gelir.
Sevgilisine kavuşma hayallerini belirsiz
bir geleceğe erteleyen kahramanımız can derdine düşer. Çünkü tüm sınırlar
kapanmış, darbeci askerler ülkedeki devrimcilerin peşine düşmüştür.
Kahramanımız yasadışı bir şey yapmadığını düşünse de izleneceğinin, tutuklanıp
hapse atılabileceğinin bilincindedir. Gelişmeleri görmek için kaçar, gizlenir.
Sevgiliye kavuşmak hayalinin yanında
devrim düşleri de son bulmuştur. Kahramanımız depresyona girer. Yaşamla ilgili
umutların yerini kaygılar alır. Kaygılar tüm bedenini, benliğini sarsar.
Hastanelik olur. Aşk öznesi ulaşılmaz olmuş, saplantı halini almıştır. Burada
sözünü ettiğimiz iki aşk var kahramanımız için. Hem devrim özlemi bir daha
yaşanmamak üzere noktalanmış hem de saf aşkın öznesine ulaşması tüm sınırlar
kapatılıp imkânsız hale getirilmiştir. Hangi yürek buna dayanacak!
Kavuşmak için otuz yıl beklemek gerekir.
Kahramanımız aşkını kalbine gömmüş, acılarıyla yaşamayı seçmiş, hayatını şiire
adamıştır. Şairliğin ödülü olarak da kendini Venezuela’da sevdiğinin adasına
birkaç saat mesafede bulur. Otuz yıl sonra da olsa, bir uçağa atlayıp Küba’ya
gitmesi, sevgilisinin kapısını çalması, “Ben geldim!” demesi mümkündür.
Yiten sevgiliyi aramak başlı başına bir
izlektir ve her zaman edebiyatın konusu olmuştur. Kahramanımız da Mecnun olup
yollara düşecektir ama artık temkinlidir. Araya otuz yıl girmiş aşk ateşi
sönmediyse bile gençlik ateşi küllenmiş, damarlarda akan deli kan
yavaşlamıştır. Temkinli davranmaya çalışsa, biraz tereddüt etse, hatta ayak
sürüse de sonunda kendini Havana sokaklarında bulur ve otuz yıl öncesinin
anıları onu karşılar.
Belleğin kenarına köşesine bastırılmış
imgeler canlanır. O imgelerin izini sürerek sevgilinin evine doğru yürümeye
başlar. Efsanelerin aşıkları gibi çölde yürüdüğünü hayal eder. Ne de olsa hava
çok sıcaktır, ayaklarında kolayca parçalanacak sandaletler vardır ve içi yandığında
içecek bir yudum suyu bile yoktur.
Sadece ayaklarında sandaletlerle kendini
yola revan etmesi değil birçok ayrıntı, özellikle kahramanın ruh hali bana Jack
Kerouac’ın yol romanlarını anımsattı. Kerouac’ın kendisinden esinlendiğini
düşündüğümüz kahramanları da aynı ruh haliyle yollara düşer. Onların arayışı da
saf aşkın izini süren kahramanımız gibidir ve sevgiliyi bulmaktan çok aramak,
ararken yaşananlar önemlidir.
“Eskiden Gelecek Güzeldi”de Adnan Özer,
Kerouac’ın Yolda’yı yazma yöntemini anımsatan bir biçim seçmiş sanki. Soluksuz,
duraksız bir anlatım. Nokta yerine virgül kullanıyor, cümle içinde soru işareti
ya da ünlem kullanmaktan çekinmiyor, mümkün olduğunca anlatımına es vermemeye çalışıyor,
paragrafları oldukça uzun.
Ama Türkçe virgüller ve noktalı
virgüllerle bölünmüş uzun cümlelere bölünmeye uygun bir dil değil. Adnan Özer,
uzun cümleleri başarıyla kurup soluksuz bir anlatım tutturmayı başarsa da ben
belleğimde tüm cümleleri virgüllerden böldüğümü fark ettim. Yine de bu anlatım,
romanın yazılmayıp da söylendiği, anlatıldığı hissi yarattı bende. Romanın
yapısındaki gelgitler, kronolojik olmayan, zamanın içinde savrulan anlatım da
bu kanımı güçlendirdi. Kerouac çağrışımı da öyle oluştu.
Adnan Özer Latin Amerika edebiyatına yakın
durur ama Kuzey’in Beat Kuşağı’nın düzyazılarını okumuş mudur, kuşkuluyum.
Sonuçta aklın yolu bir ve tema, konu, çoğunlukla anlatım biçimini, üslubu da
belirliyor. Adnan Özer’in seçtiği duraksız anlatım da hem konuya uyuyor, hem de
kahramanının ruh halinin okura kolayca sirayet etmesini sağlıyor. Coşkulu,
esrik.
Şairlerin düzyazısının şiirsel olacağı
düşünülür. Adnan Özer gibi usta bir şairden de böyle bir anlatım umuluyor.
Şiirsellik kaçınılmaz ama bu anlatıyı olumlu ya da olumsuz yönde etkilemiyor.
Bence şiirselden çok imgesel bir anlatımı var Adnan Özer’in. İmgesel anlatım da
konusunu ne kadar kendi yaşamından alsa da anlatının büyülü gerçekçi bir hava
almasını engelleyemiyor. Sanırım bu imgeselliği iradi bir biçimde kırmak için
zaman zaman ansiklopedik tanımlamalar yapıyor. Havana sokaklarında sevgilinin
izini sürerken gördüğü bitkileri sayarken bilimsel, Latince adlarını
söylemesinin nedeni de bu şiirselliği ya da imgeselliği kırma arzusu. Yol
tariflerini de harita somutluğunda, bariz kerterizler vererek yapıyor. (Kitap-lık Dergisi, Eylül - Ekim 2020)
Yorumlar