Edebiyatımızın yerleşik yabancısı Yusuf Atılgan


Yusuf Atılgan’ı Cağaloğlu’nda yayınevlerinde redaktör, düzeltmen olarak çalıştığı zamanlardan anımsıyorum. 80’li yıllar. Sessiz, sakin, içine kapanık biri izlenimi bırakmış bende. Pek konuşmayan ama selamınızı da karşılıksız bırakmayan biri. Ama soğuk değil, halinden bir sıcaklık da hissediyorsunuz. Konuşmaması kendiyle ilgili bir mesele sanki. Acaba doğru mu anımsıyorum diye hemen her perşembe buluştukları gruptan şair ağabeyimiz Eray Canberk’e de sordum. O da Yusuf Atılgan’ın çekingen yapılı olduğunu, sohbetleri kendisinin başlatmadığını, ama bir şey sorulduğunda uzun uzun cevap verdiğini, sohbetinin de keyifli olduğunu söyledi. 

Kendisine en çok sorulan da yeni bir şeyler yazıp yazmadığıydı. Az ve öz yazan birine sorulmaması gereken bir soru. Anayurt Oteli’ni 1973’de yayınlatmış, Demek ki o sorulara şahit olduğumda kitabın çıkmasının üzerinden on yıldan fazla zaman geçmiş. Böyle bir soru insanın üzerinde manevi baskı yaratır. Yusuf Atılgan’ın bu soruya hep bir cevabı olduğunu anımsıyorum. Ama cevapların her zaman farklı olduğu da dikkatimi çekmişti. Canistan’dan söz etmiş miydi? “Canistan” tamamlanmamış son romanı. Yazım aşamasındayken vefat etmiş. Ölümünden sonra, 2000 yılında yarım olarak yayınlanmış. Yusuf Atılgan meraklıların sorularına her zaman farklı yanıtlar verirken Canistan tezgahtaymış meğerse. Canistan romanını nasıl yazamadığını arkadaşı Halil Şahan’a yazdığı mektuplardan öğrenebiliriz. Meraklısı bu mektupları “Sevgili Halil Kardeş” adlı kitapta bulacaktır. (Edebi Şeyler Yayıncılık, 2014)

Yusuf Atılgan, her zaman az ve öz yazan biri olmuş.  İlk romanı Aylak Adam ile ikinci ve son romanı Anayurt Oteli arasında tam 15 yıl var. Kolay beğenmiyor, yayınlama kararı alması da zaman alıyor. 

“Anayurt Oteli”nden önce, 1965’te romanı “Eşek Sırtındaki Saksağan”ı baskıya hazırlanırken, kurgusu Faulkner’ın “Döşeğimde Ölürken”ini anımsattığı için yaktığı biyografilerinde belirtiliyor. Üstelik yok ettiği ilk roman değil bu. 1947 yılında “Parmakkapı’daki Pansiyon” adında bir roman yazdığını ve ertesi yıl da romanı yırtıp attığını da açıklamış. Kuşkusuz başlayıp bitirmediği, ya da sözünü etmeye değer bulmadığı başka çalışmaları da vardır. Titizliğinin, kolay beğenmemesinin temelinde Aylak Adam ve Anayurt Oteli’nin başarılarının da etkisi vardır kuşkusuz. Ama özünde zor beğenen biri olduğu anlaşılıyor. En azından kendisine, kendi yazdıklarına karşı pek insaflı değil. 

Yusuf Atılgan’ın biyografisinde meslek olarak “yazar, yayıncı, çiftçi” yazıyor. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanların kaçarken Manisa’yı yakmasının ardından ailecek kente yirmi kilometre uzaklıktaki Hacırahmanlı Köyü’ne taşınmışlar ve orası hayatında belirleyici bir mekan. Sonunda dönüp dolaşıp geldiği yer hep Hacırahmanlı olmuş. Yusuf Atılgan’a köylü diyebilir miyiz? Sanmıyorum. Enis Batur; “kendi köyünün bile yabancısıydı, tıpkı Ankara’nın, İstanbul’un hiçbir biçimde yerlisi olmadığı gibi” diye yazmış. Öyküleri köyden, romanları kentten seslense de Atılgan ne köylü, ne de kentli olabilmiş gibi görünüyor. Tabire uygun olarak o bir “Yerleşik yabancı”. 

Annesi okumayı seven biriymiş. Kuşkusuz onun da etkisi olmuş ama Manisa’da Muradiye Kitaplığı’nda köklenmiş okuma merakı. O zaman yaygın olan kitap kiralama yönteminden de yararlanmış. ‘Her romanı okuma’ merakı olduğunu söylemiş röportajlarında yani kitabın kıt olduğu o dönemlerde ne bulduysa okumuş. Polisiye ve macera romanlarına merak sarmış. 

Manisa’da lise olmadığı için yatılı olarak gittiği Balıkesir’de İngilizce öğretmeni Behice Boran'mış. Geleceğin ünlü profesörü, siyasi lideri Behice Boran ne kadar okuma ve yazma merakında etkili oldu bilemiyoruz ama ilk şiir ve öykü denemelerini lise çağlarında yaptığını belirtiyor Yusuf Atılgan. Lise sondayken de ilk romanını yazmış, bir polisiye denemesi olan bu roman herhalde ilk imha ettiği romanı oluyor. 

1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne başlamış. Öğretmenlerden yana hep şanslı. Edebiyat Fakültesi’nde Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Edip Adıvar, Ragıp Hulusi ve Raşit Arat gibi önemli hocalardan ders almış. Halide Edip Adıvar’ın birlikte çeviri yaptığı öğrenci grubunda yer almış. Grubun “Hamlet” çevirisi Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmiş. Ama Atılgan üzerinde en çok etki bırakan öğretmen olarak Tanpınar’ı anıyor. “En büyük şansım üç yıl Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olmam. Örneğin Recaizade’den Proust’a, Gide’e, iyi müziğe atlayarak anlattığı derslerin ve ara sıra özel konuşmalarımızın yazarlık mizacımda büyük etkisi olduğuna inanıyorum.”

Edebiyat Fakülteleri yazar yetiştirmez, zaten Yusuf Atılgan’ın amacı da öğretmen olmaktır. Ama üniversite yıllarında katıldığı Türkiye Komünist Partisi’nin İleri Gençlik Birliği geleceğini de belirleyecektir. 1944’de okulu bitirip Akşehir’deki Maltepe Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başladığında Komünist Partisi üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanır. İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Ceza Kanunu’nun 141. maddesi uyarınca hapse mahkum edilir. Altı ay Sansaryan Han’da, dört ay da Tophane Cezaevi’nde olmak üzere on ay hapis yatar. Tahliye olduktan sonra da ordudan ihraç edilir, öğretmenlik hakkı elinden alınır. 

1946 yılında cezaevinden çıktıktan sonra Manisa Hacırahmanlı’ya, anne-babasının yanına yerleşir. bir daha siyasi faaliyette bulunmadığı da belirtiliyor. Köye dönmesinde önemli bir nedenin de polis takiplerinin maddi manevi etkisinden uzakta huzurlu yaşamak olduğunu da düşünebiliriz. Siyasi dönemlerinden dostu Vedat Türkali hem anılarında, hem romanlarında Yusuf Atılgan’ı sevgiyle anar. Sorguda, mahkemede arkadaşlarını ele vermemiş, dönek olmamıştır. Vedat Türkali Yusuf Atılgan’la tekrar buluşmalarını ise şöyle anlatır; “Yirmi yıl semtimize uğramadı bir daha Yusuf. Bütün aramalarımızı karşılıksız bıraktı. Onca yıl sonra, ortalara çıkınca, iki yazar olarak dostça sürdü gene arkadaşlığımız.”  

Biyografisinde öğretmen değil de çiftçi yazmasının nedeni budur. Baba mesleğini devralır. Bir süre tarımla uğraşır ama aklı hep yazmaktadır ve vaktinin tamamını edebiyata ayırmak arzusuyla doludur. Zamanla bunu da sağlar, çiftçiliği bir arkadaşına devredip yazmaya yoğunlaşır ve tüm titizliğine rağmen sonuç almayı da başarır. 

Yazmakla kalmaz ödüllere de katılır. Ödüllerin yazarlığını belirlediği anlaşılıyor. Yakınlarının da ısrarıyla katıldığı ama sanırım hâlâ tereddütleri olduğu için ya da belki de siyasi nedenlerle gerçek adının anılmasını istemediğinden “Evdeki” ve “Kümesin Ötesi” adlı öykülerini Tercüman gazetesinin 1954 yılında açtığı öykü yarışmasına müstear adlarla gönderir. Yusuf Atılgan adını kullanmaz bu öykülerde. “Evdeki” öyküsünü Nevzat Çorum, “Kümesin Ötesi” adlı öyküsünü ise Ziya Atılgan imzasıyla yollamıştır. 

“Evdeki” öyküsüyle birinciliği, “Kümesin Ötesi” ile dokuzunculuğu kazanır ama ödülleri almaya gitmediği gibi kimliğini de açıklamaz. Biyografilerinde bu öykülerin yayımlanmış ilk eserleri olduğu belirtiliyor ama sonradan Mehmet Can Doğan ve Necati Tonga gibi yazarların araştırmalarında elde edilen verilere göre daha 1941’de Yusuf Ziya Atılgan adıyla dergilerde şiirlerinin yayınlandığı anlaşılıyor. 

Öykü ve romanlarıyla tanınsa da şiir hep sevdası olmuş. Son yayınlanan eserlerinden birinin de 1980’de Milliyet Sanat'ta yayınlanan “Ayrılık” adlı şiir olduğunu biliyoruz. İlk yayınlanan öyküsü de 12 Mayıs 1941’de Yedigün Dergisi’nde çıkan “Arabacının Aşkı” olabilir. Büyük bir olasılıkla Yusuf Atılgan bu şiir ve öyküleri benimsemediği için sözlerini etmedi ve kayıtlara geçmediler.     

Asıl belirleyici ödül ise 1958 Yunus Nadi Roman Yarışması olmuş. Bu ödüle katılma kararı verince yazmakta olduğu romana hız vermiş ve bitirmiş. 

Halide Edip Adıvar, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Vâlâ Nureddin, Haldun Taner ve Cevad Fehmi Başkut’dan oluşan jüri birinciliği  “Yılanların Öcü” romanıyla Fakir Baykurt’a, ikinciliği de “Aylak Adam”la Yusuf Atılgan’a vermiş. Halide Edip acaba ikincilik ödülü alan eserin sahibinin kendi öğrencisi olduğunu biliyor muydu?

Bu kez hem kimliğini açıklamış, hem de ödülü almaya İstanbul’a gelmiş. İstanbul’a gelişi Varlık dergisi ve yayınlarıyla, 50 Kuşağının a dergisiyle bağlantı kurmasını sağlamış. Dergilerde çalışmaları, çevirileri yayınlanmış, kitapları çıkmış.  

Ödüllü roman “Aylak Adam”, 1959 yılında Varlık Yayınları’nca yayımlanmış. Hemen ertesi yıl da “Bodur Minareden Öte” adlı öykü kitabı çıkmış. Sonra yine sessizlik. Anayurt Oteli için 1973 yılını beklemek gerekecek. 

Aylak Adam çığır açan romanlardan. Benim bakış açımdan 1950 Kuşağı’nın dert edindiği yabancılaşma, bireysellik, varoluş gibi sorunlara getirdiği yaklaşımla önemli olduğu kadar Albert Camus’ün Yabancı’sıyla birlikte değerlendirilebilecek bir eser. Zaten Camus - Atılgan ilişkisi üzerine yapılmış bir çok çalışma bulunuyor. 

Roman kahramanının yalnızlığı ve iç sıkıntısı olanca doğallığı ve samimiyetiyle romanın satırlarına yansıyor. C’nin bunaltısı ile 50 kuşağı yazarlarının kahramanlarını ruh hallerini oldukça benzer buluyorum. C bir yanıyla bana Attilâ İlhan’ın Sokaktaki Adam’ını da anımsatıyor. Aynı dertlere farklı şekillerde yaklaşan kahramanlar. 

“Zengin değil ama paralı” yani maddi bir sorunu olmamasına rağmen ve bohem rahatlığıyla geçen günleri genç adamın iç sıkıntısını geçirmez. Ve biz Yusuf Atılgan’ın rahat anlatımıyla kahramanı C’nin yalnızlığını okur olarak tüm kuvvetiyle duyumsarız. Aylak Adam kentli insanın romanıdır. 

İlk bakışta Anayurt Oteli farklıymış gibi görünür. Zebercet, kasabalı ve C.’ye göre daha az kültürlü biridir. Ama onun iç sıkıntısı da pek farklı değildir. Benzerlikleri kadar farklılıkları da var. Sonuçlar açısından ise tabii ki farklılar. Anayurt Oteli, bir cinayet ve bir intiharla bir trajediye dönüşür.  

Aylak Adam kentin, Anayurt Oteli kasabanın romanıysa, eğer tamamlanabilseymiş Canistan da köyün romanı olacakmış. 1921’de başlayıp 1906’ya dönen roman yansıttığı tarihsellikle de önceki eserlerinden farklı. Romandaki şiddet ögesinin baskınlığı da dikkati çekici. 

Yusuf Atılgan’ın hep az eser verdiğine hayıflanılır. Oysa bu az’lık onun cazibesini yaratır bence. Eserleri geçici değil kalıcı olmuş. İki roman ve bir öykü kitabıyla sadece kendi dönemine değil bugünlere uzanan bir etki yaratmış. Bunda sanırım insanın temel sorunlarını, bireyselliğini derinlemesine incelemesi ve eserlerine çok başarılı bir şekilde yansıtmasının payı büyük. (Milliyet Kitap, Haziran 2021).


Yorumlar