Hayal Kahvesi 1992 yılında Beyoğlu’da açılmış. Onu Kaktüs’ler, Dersaadet’ler izledi. Başlangıç noktası olarak bu tarihi alabiliriz. Beyoğlu’nun kriminal bir mahalle olmaktan çıkarılıp cazibe merkezi haline getirilmesi projesinin ilk somut örneğiydi Hayal Kahvesi. Günümüzde Beyoğlu’nda değil ama Türkiye’nin her yerinde.
Şimdilerde “soylulaştırma projesi” gibi cafcaflı adlar
veriyorlar bu dönüştürme operasyonlarına. “Soylulaştırma, kent merkezlerinin
kültür-sanat açısından dinamik olmasıyla da tetiklenmektedir. Yeni orta sınıfın
etkin bir rolü vardır; bu sınıf, eğitim düzeyi yüksek, yabancı dil bilen,
yüksek gelirli işlerde çalışan kentli bir kesimdir.” Onların yaşam tarzı
belirler her şeyi. Beyoğlu’nda da böyle oldu. Mahallenin eski sakinleri
yerlerinden edilirken İstiklâl caddesi kültür sanat mekanlarıyla donatıldı.
Barlar kitabevleriyle yarıştı.
Her şey 90’lardan itibaren değişmiş gibi görünüyor ama
öncesindeki hazırlık çalışmaları 12 Eylül 1980’e kadar gidiyor. 12 Eylül askeri
darbesi, 24 Ocak kararları derken Türkiye kendi yağıyla kavrulan bir ülke, bir
çeşit kapalı kutu olmaktan çıkıyor, 50’lerde başlatılan operasyon nihayet
tamamlanıyor ve kapitalist dünyaya tam anlamıyla entegre oluyor. Turgut Özal’ın
temellerini attığı “köşeyi dönme” felsefesi benimsenmiş, tüm manevi değerlerin
yerini maddi değerler, Anadolu bilgeliğinin yerini kasaba kurnazlığı ve Batılı
düşünce almıştır. Tabii ki alınan batının ilmi değil yaşam biçimidir.
Artık Robinsonların zamanıdır. Daniel Defoe’nun “Robinson
Crusoe” romanındaki karaktere göndermede bulunmuş Cem Sancar. “Robinsonlar,
kendi topraklarından, kültür ve örflerinden, haklı ya da haksız olarak
utanıyor, kendilerini Batılı olarak görmek istiyor,” diyor. 90’larla birlikte bir zamanların “Beyaz
Türkleri” artık Nişantaşı’da değil Cihangir’de yaşamaya başlamıştı. Postmodern
zamanların “mış gibi” yapan temsilcileriydi aslında bunlar, yeni bir hayat
biçimine örnek teşkil ediyıorlardı. “Entelektüel muhitler” yaratıldı. Aslında
değişen pek bir şey yoktu. Eskinin “sosyete” mensupları gibi “Çılgın partiler,
lüks yatlar, ekstazi içecekler, kendini unutma cinsel deneyimleri” yaşanıyordu
yine. Bu yaşam tarzına yeni bir isim takılmış, yaşam biçimi olarak sunulmuş, toplumsal
hayatın zirvesi olarak tanımlanmıştı ki orijinal olmadığını Avrupa’dan kopya
edildiğini de biliyoruz.
Turgut Özal’ın köşeyi dönme felsefesi ile büyümüş 90’lı yıllar gençliğinin hedefi artık bir beyaz yakalı olmak ve Cihangir’de onlar gibi yaşamaktı. İki üç bin kişinin yaşamı, gençliğin idealindeki yaşam biçimiydi. Hiç çalışılmayan yüksek maaşlı işler, lüks bir yaşam, hızlı bir gece hayatı ve hepsi “entelektüel” paket içinde gizlenmiş. Özlenen buydu.
Cem Sancar’ın romanı NasReddin’in kahramanı Nas,
Robinsonlara katılmak için yanıp tutuşan bir taşralı genç. Zeki, çalışkan ve
kendini Robinsonların bir mensubu olacak kadar kurnaz sanıyor.
Robinsonlar mahallesinde kabul görmek, seçkin olmak için
her şeyi yapmaya, her kılığa girmeye razı. İşe adını kısaltarak başlıyor.
Kahramanımızın tam adı Nasri, Robinsonlar beğenmez diye adını kısaltıp “Nas”
yapıyor. Ramazan’ın Ramo, Tacettin’in Taci olması gibi önceki örneklerden ders
almıyor tabii ki. O başarıya odaklanmış ve başarının yolu da Robinsonlara dahil
olmaktan geçiyor. Bilmediği gerçek, sonradan Robinson olunamayacağı.
Robinsonlar, onları aralarına almış gibi yapıp kendileri için ya soytarı ya uşak
yapmak istiyor. “Tıpkı Robinson Crusoe'un adada Cuma'yı köle olarak kullanmak
istemesi gibi” diyor Cem Sancar.
Robinson olabilmenin yolu Dionysos Kulübü’ne üye olmaktan
geçiyor. Kulübe üye olabilmenin yolu da Dionysos Koleji’nde okumuş olmaktır.
Yani taşrada sıradan bir liseyi bitirip İstanbul Üniversitesi’ne kapağı atınca
Robinson olmak mümkün değildir. Postmodern çağın geleneklerine uygun olarak “mış
gibi” yapıp sizi Robinson olduğunuza inandırırlar ama kulübe üye olmadığınızı,
olamayacağınızı her zaman alttan alta sezdiriler. İddia ettiğiniz gibi
zekiyseniz o mesajı alıp hemen oradan uzaklaşırsınız. Kendinizi herkesten zeki ve kurnaz sanıyorsanız Cem Sancar’ın
yazdığı gibi “Robinson olacağım, seçkin olacağım” derken maskara olursunuz.
Nas, başarı için her şeye razı, zeki ve kasaba kurnazı
bir tip olduğu için ilk başta şansı yaver gidiyor. Beyoğlu barlarındaki
Robinson adaylarının arasına sızıyor. Ağzının laf yapması ile dikkati çekilip
seviliyor ve onların ev partilerinde kendine yer ediniyor. Dönemin en çok
okunan yayınları olan mizah dergilerinden birinde yazar olmayı bile başarıyor. Yazarlıkla
yetinebilse iyi bir hayatı olabilir. Tabii ki bu ona yetmeyecektir. O zirveyi
hedeflemiştir.
Nas talihli biri, kader onun karşısına ağır hasarlı da
olsa Robinson Kulübü’nden bir kadın ve dönemin moda eğilimine uygun bir
restoran açabileceği bir mezbele çıkarıyor. Kadına âşık oldum sanıp evleniyor,
mezbeleyi borç harç Robinsonların uğrak yeri bir mekân haline getiriyor.
Romanın alt başlığı, 'Bana damdan düşeni getirin!'. Nas
da kaçınılmaz olarak damdan düşecektir. Eski bir Beyoğlu apartmanının çatı
katındaki restorandan dar bir sokağın zeminine çakılınca İstanbul’a geldiği
günden beri başından geçenleri sorgulamaya başlıyor ve bunalıma giriyor.
Kaybedenler Kulübü’nün yeni üyesi olmuştur artık. Derin bir depresyondadır. Bu
ruh halini yenmek, toparlanıp Beyoğlu’na dönmek hem geçmişiyle hem de
Robinsonlarla hesaplaşmak niyetiyle yola düşüyor.
Yolda 'Bana damdan düşeni getirin!' diyen Nasrettin Hoca
ile karşılaşacak, Hoca da Nas’a rehber olacaktır. Ama nereye kadar?
Nasrettin Hoca, Nas’a “Ak şehir’e git!” der, Nas beyaza
boyalı evlerden oluşuyor, demek ki ak şehir orası diye Bodrum’a gider. Bodrum,
Robinsonlarla ve Kaybedenler Kulübü üyeleriyle doludur. Yani damdan düşenler de
damdan düşürenler de oradadır. Aslında iyi bir hesaplaşma yeri olabilir ama Nas
henüz tam o kafada değildir. Bir yanıyla yolu tamamlamak, benliğini bulmak
peşindedir ama diğer yandan hâlâ kendini dünyanın en kurnaz insanı sanmakta
yeni bir proje ile kefeni yırtıp yeniden Robinsonlara katılabileceğini, hatta
öç alabileceğini düşünmektedir. Neyse ki gerçeklere uyanması için bir yat
partisi yeter. Hemen kaçar ortamlardan. Çoktan fethedilmiş Kaş’ı pas geçer,
Robinsonların yeni hedefi olacağını düşünemediği Olimpos’ta bir köye yerleşir.
Cem Sancar tür tanımları içinde kalmayı sevmeyen onları
zorlamayı tercih eden bir yazar. Hatta cümle yapılarını bile zorluyor. NasReddin’i
(TK Turkuaz yay. 2024) Tophane’de eski bir apartmanın çatısında, roketatarla
mevzilenmiş, kendi restoranını bombalamaya hazırlanan Nas’ı tanıtarak başlatsa
ve bunun iyi bir teaser olduğunu düşünsek de anlatı bir gerilim romanına
evrilmiyor. Kurtlar sofrasına taşralı gencin meze yapılıp aklının alınmasını
masalsı, daha doğru bir ifadeyle ironik bir muhabbet tadında anlatmayı tercih
ediyor. Anlatı büyülü gerçekçi yapıya bürünüyor. Kahramanı Nas’ın ruh haline
uygun olarak hayaller, rüyalar, gündüz düşleri işin içine giriyor. Düşle
gerçeklik arasında gidip geliyor. Roman yapısına sığamayan Cem Sancar, metne
denemeler, küçük öyküler, meseller hatta Nasreddin Hoca öyküleri katarak yapıyı
iyice bozuyor ya da metni zenginleştiriyor. Bence niyeti roman yazmak değil bu
yolu, kahramanının kendisiyle hesaplaşmasını mümkün olan en iyi şekilde
anlatmak, anlaşılmasını sağlamak. O nedenle tür tanımlarına aldırmıyor.
Uzun süre bir dağ köyünde kendiyle hesaplaşıp kitapların
derinliğinde yeni yollar bularak yaşayan ama arada Olimpos’a inip yeni
mekanlarda yeni aşkların işaretlerini aramayı da ihmal etmeyen Nas, kendini
tanıma ve bulma yolculuğunda bir aşama kaydettiğini düşünüp şehre, İstanbul’a
dönüyor. Yıl 2023’tür. İlişkiler ağı
iktidarla birlikte değişmiş etrafı yeni Robinsonlar sarmıştır. Bu “yeni modern
zamanlar”da Nas neler yaşayacak, yeni yolculuklarında neler bulacak, herhalde o
da bir başka romanın konusu. (02.06.2024)
Yorumlar