Çarşamba, Eylül 26, 2012
Beijing Kitap Fuarı ve Çin Kitap Pazarı
Çin, beş bin yıllık yazılı
tarihi ile en eski medeniyetlerden. Kağıdı, pusulayı, barutu ve matbaayı keşfetmişler.
Çince Dünyanın en eski yazılı dillerinden… Çin İmparatorluğu’nun tarihi
Milattan önce 200’e kadar gidiyor. Günümüzde ise ekonominin ve siyasetin
parlayan yıldızlarından. 1 Milyar 300 milyonluk nüfusu ile dünyanın en zengin
ekonomisi olma yolunda hızla ilerliyor. Dünyanın en büyük ihracatçılarından. Kişi başına 7.600 dolar milli geliri var.
Şehirlerde milli gelirin kişi başına 20 bin dolara kadar çıktığı söyleniyor.
Çin dışa açıldıkça kültürel ve
ticari anlamda daha çok ilgi merkezi halini aldı. Diğer yatırımcılar gibi yabancı
yayıncılar için de gerek nüfusuyla gerekse alım gücüyle önemli bir pazar. Başta
eğitim yayıncıları olmak üzere Dünyanın en büyük yayıncıları uzun süredir Çin
pazarı ile ilgililer. Kültür alanındaki devletin aşırı kontrolcü anlayışı,
korsan yayıncılık ve telif hakkı ihlalleri, yayınlama ve ifade özgürlüğündeki
kısıtlamalar gibi temel sorunlar aşıldıkça bu ilginin daha da artacağı
düşünülüyor.
Uluslararası Beijing (Pekin)
Kitap Fuarı, Çin yayıncılık sektörünü tanımak, bağlantılar kurmak açısından
önemseniyor. Bu yıl on dokuzuncusu yapılan fuar 29 Ağustos – 2 Eylül tarihleri
arasında gerçekleştirildi. Yeni Uluslararası Sergi Merkezi’nde düzenlenen kitap
fuarı 53 bin 600 metrekare alanda kurulmuş. Fuara 60 ülkeden 2000’den fazla yayınevinin
katıldı. 19 ülkenin ulusal standtlarla temsil edildiği fuarda 200 bin çeşit
kitap sergilendi, toplantı ve etkinlikler gerçekleştirildi.
Güney Kore’nin Onur Konuğu
olduğu 19. Uluslararası Beijing Kitap Fuarı’na Türkiye de ulusal bir stantla
katıldı. Türkiye kitap pazarını ve TEDA çeviri destek programını tanıtmak
amacıyla moderatörlüğünü Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar
Genel Müdürü Onur Bilge Kula’nın yaptığı Uluslararası Kitap Fuarları Ulusal
Komitesi koordinatörü Ümit Yaşar Gözüm, Metin Celal ve Oya Baydar’ın konuşmacı
oldukları bir de panel yapıldı.
Türkiye ile Çin’in ilişkileri
yüzyıllar hatta binlerce yıl önceye dayansa da iki ülke arasında kültürel
anlamda ilişkiler çok yeni. Yayıncılıkta da benzer bir durum var. Türk yayıncıları
Çin’in kaliteli ve ucuz matbaacılık hizmetlerinden yıllardır yararlanmalarına
rağmen telif hakları satışı ya da ortak üretim gibi alanlarda bir ilişkiden söz
etmek mümkün değil. Son on yılda Çinceden Türkçeye çevrilen edebiyat eseri
sayısı onu geçmiyor. Aynı şekilde TEDA’nın çeviri desteği ile Türkçe’den
Çince’ye çevrilip yayımlanan eser sayısı da 13-14 tane. Orhan Pamuk, Orhan
Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Can Dündar, Murat Gülsoy Çince’ye çevirilen
yazarlar arasında.
2012’nin Türkiye’de Çin Yılı, 2013’ün
Çin’de Türkiye Yılı olmasının kültürel ilişkilere önemli bir ivme kazandıracağı
düşünülüyor. 2013’de Çin’in İstanbul Kitap Fuarı’nın, 2014’de de Türkiye’nin Beijing
Kitap Fuarı Onur Konuğu olması ile yayıncılık alanındaki ilişkilerin çok
güçleneceği öngörülüyor. Bu yıl fuarda yirmiden fazla Türk yazarının
kitaplarının Çince’de yayımlanması için ön anlaşmalar yapılmış olması da bunun
olumlu bir göstergesi sayılabilir. Temel sorun Türkçe’den Çince’ye Çince’den
Türkçe’ye çeviri yapabilecek çevirmen bulmak. Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü TEDA bünyesinde yapılan çeviri çalıştaylarına bu yıl Çince’yi de
eklemiş. Çinli yayıncılar da bu yıl İstanbul Kitap Fuarı’na büyük bir stant ve
çok sayıda yayıncı ile katılmayı planlıyor. Amaçları 2013’teki Onur konukluklarını
iyi değerlendirmek.
Uluslararası Beijing Kitap
Fuarı, Çin yayıncılığının aynası gibi. Kitap satışının yapılmadığı fuarda
profesyonel görüşmelere ağırlık veriliyor. Başta ABD, İngiltere ve Almanya
olmak üzere Dünyanın en önemli yayıncıları büyük stantlarda temsil edilirken
Çin’in belli başlı tüm yayıncıları da yine dev stantlarla fuarda yerlerini
almıştı.
Çin’de yayıncılığın devletin en
güçlü biçimde kontrol ettiği sektör olduğu söyleniyor. 581 devlet yayınevi var.
Yayınevlerinin %40’ı Beijing’de %7’si de Şangay’da. 581 devlet yayıncısı
doğrudan bakanlıklara, enstitülere, üniversitelere bağlı olabildikleri gibi her
bölgenin de kendine has politika, hukuk, eğitim, edebiyat, çocuk gibi hemen her
konuda ayrı ayrı uzmanlaşmış yayınevleri var. Çinli yayıncılar 2010’da 328 bin
başlık üretmişler. Yabancı dillerden yapılan çevirilerin sayısı ise sadece 10
bin. Çin yayıncılık sektörünün büyüklüğü 8.1 milyar dolar. Çin, ABD ve
Almanya’dan sonra üçüncü büyük yayıncılık sektörü. Kitap fiyatları 1-3 Euro
arasında değişiyor.
Yeni ya da özel yayınevi kurmak için çok ağır ve
bürokratik koşulları yerine getirmek ve tüm basın ve yayın hayatını kontrol
eden Basın ve Yayın Genel İdaresi’nden (GAPP) izin almak gerekiyor. Yayıncılık
izni alındıktan sonra kurulabilen özel yayınevi devlet yayınevlerinden biri ile
işbirliği yapmak durumunda. Yayınlanacak her kitap işbirliği yapılan devlet
yayınevinin kontrolünden geçiyor, onayını alıyor. Yabancı yayıncıların da aynı
şekilde devlet yayıncılarla işbirliği yaparak ya da ortak yayınlar yoluyla
Çin’de faaliyet göstermesi söz konusu. Koşulların tüm zorluğuna rağmen Pearson, Reed Elsevier, Thomson, Wolters
Kluwer, Bertelsmann, Hachette, McGraw-Hill, HarperCollins, Springer ve Oxford University
Press gibi Dünya devleri Çin pazarlarına kendilerine yer bulmuş. Çin’de yabancı
dillerde yayınlara da ilginin arttığı belirtiliyor. 2010’da 13,724 başlık kitap
GAPP’nin onayı ile ithal edilmiş. İthal kitapların 5284’ü ABD’den, 2429’u
İngiltere’den, 1766’sı Japonya’dan, 1027’si Kore’den, 739’u Almanya’dan, 737’si
Fransa’dan. Öte yandan Çin, 2010’da 37 milyon dolarlık kitap ihraç etmiş.
Çin geçen yıl
dijital yayıncılıkta çok büyük atak yapmış. 610 milyon Çinli internet
kullanıcısı varmış ve bunların 200 milyonu e-kitap okumak amacıyla geçen yıl
hesap oluşturmuş. 2015’de yayıncılık üretiminin %25’inin dijitalleşmesi
hedeflenmiş. Kendilerine has bir e-kitap formatı da üretmişler, “CEP” China
Ebook Format. Geçen yıl 200 bin çeşit kitap dijitalleştirilmiş, 1 milyon 400
bin yazarın 5 milyon 200 binin üzerinde dijital ortamda yapılmış yayını olduğu
söyleniyor.
Çin’de yayıncılık
böylesine devasa boyutlarda olmasına rağmen Beijing (Pekin) sokaklarında, alış
veriş merkezlerinde hemen hiç kitapçıya rastlamadık. Son gün İstanbul’a
uçuşumuz geceyarısı olduğu için boş kalan zamanı değerlendirmek amacıyla
rehberimizden bizi bir kitapçıya götürmesini istedik. Bir saatlik yolculuktan
sonra Tianenman meydanına, Mao’nun mozolesine yakın büyük bir caddede dev bir
binaya ulaştık. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri varlığını sürdüren
tek kitabevi zinciri Xinhua’nın Beijing Kitabeviydi burası. Yıldan
300 bin çeşit kitap üreten bir ülkede böyle büyük kitabevlerine ihtiyaç var
kuşkusuz. Beş katlı binada girişte yeni kitapların tanıtımı yapıldığı, çok
satanların sunulduğu bölümlerden sonra aklınıza gelebilecek hemen her konuya
ayrılmış büyük bölümlerde kitaplar okurlara sunuluyor. Çok kalabalık ama rahat
bir ortam var. Okurlar kitapları uzun uzun inceliyor, hatta yerlere uzanıp
satın almadan kitap okuyanlar da var. Kitabevinde Çinli yayıncıların yabancı
dillerde yaptığı yayınlar ve yabancı yayıncıların kitapları da satılıyor. Çok
güçlü bir müzik ve video bölümü de var. Dijital yayınları okumak üzere
üretilmiş e-kitap okuyucuları da bir bölümde satılıyor.
Çin’de kitabevleri
sadece büyük şehilerde bulunuyormuş. Xinhua ülkenin tek kitabevleri zinciri ve
dağıtım şirketi olduğu için özellikle yerel ve küçük yayınevlerinin kitaplarını
okurlara ulaştırması önemli sorunlardanmış. Bu sorun her yıl birkaç kez yapılan
“kitap sipariş fuarları” adı verilen
fuarlarla aşılmaya çalışılıyor. Kitaba ulaşma sorunu esas olarak internet
kitapçıları üzerinden çözülüyor. Çinli dangdang.com en büyük internet kitapçısı,
amazon.cn de 2004’den beri faaliyette. Daha
çok okura ulaşmak için dijital yayıncılığın çok yararlı olacağı düşünülüyor. Çinli
dangdang.com geçen yıl dijital kitap satışına başlamış. amazon.cn de Kindle’ı
Çin pazarına sokmayı planlıyormuş ama Çin’deki tek e-kitap formatı sorununu
aşmaya çalışıyorlarmış. Tek format nedeniyle iPhone ve iPad’den kitap okumak da
şimdilik mümkün değil. (Çin kitap pazarı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.buchmesse.de/bilder/thechinesebookmarket2012.pdf
ve IPA Global eBook Market 2012
raporu.)
13.09.2012
Pazartesi, Eylül 17, 2012
Türk Romanı’nda 12 Eylül
Darbeler ve muhtıralarla örülü siyasi tarihimizde 12
Eylül askeri darbesinin ayrı bir yeri var. Üzerinden otuz yıldan fazla bir süre
geçmiş olmasına rağmen günlük ve siyasi hayatta 12 Eylül’ün etkilerini
yaşıyoruz. 12 Eylül’ün anayasası, yasaları hâlâ yürürlükte. Kurumları
hayatımızı belirliyor. Mehmet Özger Türk
Romanı’nda 12 Eylül’de (2012, Kaknüs yay.), 12 Eylül darbesini öncesi ve
sonrasıyla romanlar üzerinden anlamaya, yorumlamaya çalışıyor.
“Darbe toplumsal bellek üzerinde izler bıraktığı gibi,
sanatçıların bellekleri üzerinde de izler bırakmıştır. Kitapta bu izlerin
peşine düştüm. Darbe siyasal bir olay olduğundan, romanları incelemek için sadece
edebiyat teorileri ve roman kuramları yeterli olmayacaktı. Dolayısıyla siyaset,
siyaset felsefesi, antropoloji, sosyoloji ve felsefe gibi farklı bilim
dallarından faydalandım ve disiplinler arası bir çalışma ortaya çıktı” diyor
önsözde.
Çağdaş Türk romanı üzerine yazılar yazar bir çok
eleştirmen henüz 12 Eylül’ün romanının yazılmadığı, 12 Eylül’ün diğer
“darbelerdeki gibi romanda politik ideolojik bir iz bırakmadığı” kanısındadır.
Mehmet Özger 12 Eylül Darbesi’ni işleyen yüzün üzerinde romana ulaştığını
belirtiyor. Ama kitapta bu romanların listesini vermemiş. Oysa, edebiyat
dünyasında yaygın olan bir kanıyı kırmak açısından bu liste çok önemli. Nicelik
olarak üretimin çokluğunu görmüş olurduk. Öte yandan 12 Eylül sonrasında “yeni”
bir roman yazıldığı günümüzün birçok önemli romancısının darbe ertesinde eserlerini
yayımlattıkları göz önüne alınırsa darbenin edebiyatın rotasını değiştirdiğini
savlamak bile mümkün. Tabii ki bu başka bir tartışmanın konusunu.
Bir doktora çalışmasının kitaplaşmış hali olduğunu
anladığımız Türk Romanı’nda 12 Eylül
akademik dünyanın nihayet Tanpınar’ın ötesine geçip günümüze iyice yakınlaştığının,
yani edebiyat eleştirisine tartışılabilecek ürünler sunmaya başladığının
kanıtlarından biri. Özger’in çalışmasının 12 Eylül’ün edebiyata etkilerini
araştıran tek akademik çalışma olmadığını da belirtmeliyim.
Mehmet Özger yüzün üzerinde olduğunu belirttiği 12 Eylül
Darbesi’ni işleyen romanlardan kırkını araştırmasında inceliyor. Bu romanlar
nasıl seçtiğini belirtmiyor ama listeyi incelediğimizde edebi nitelik açısından
önemli olanlar kadar belge niteliği taşıyan hatıra-roman diyebileceğimiz,
yazarlarının yaşanmışlıklarını aktaran romanları da incelemesine dahil ettiğini
görüyoruz. İncelenen romanlar arasında Bilge Karasu, Latife Tekin, İbrahim
Yıldırım, Mehmet Eroğlu gibi önemli romancılar var. Darbe sırasındaki siyasal
eğilimlerin tümünü inceleyebilmek amacıyla olsa gerek sağ, sol ve İslamcı
anlayışları yansıtan romanları incelemesine dahil etmiş. Yahya Akengin, Naci
Bostancı, Tarık Buğra, Emine Işınsu, Lütfi Şehsuvaroğlu bu türden romanlar
yazmış isimler. Edebiyatçıları siyasi eğilimlerine göre ayırmak hoş olmasa da
listeyi incelediğimde 12 Eylül Darbesi’ni konu alan romanları büyük oranda sol
eğilimlilerin yazdığını söylemeliyim. Özger’in incelemesi açısından önemli olan
edebi nitelikten çok 12 Eylül’ün romanlara nasıl yansıdığını olabildiğince
farklı siyasi bakış açısından yansıtmak olduğu için Orhan Pamuk, Ahmet Altan gibi
adlar neden yok diye sormuyorum.
Özger, akademik çalışmalarda adet olduğu üzere
Osmanlı’dan başlayarak 12 Eylül öncesine dek Türkiye’deki siyasi duruma ve Türk
romanındaki eğilimlere genel olarak bakıyor ilk bölümde. Sonra da
araştırmasının esasını oluşturan “bellek”, “özne ve iktidar”, “darbe sonrası
travmatik süreç” konularındaki teorik dayanaklarını açıklıyor. O dayanaklarla
romanları okuyup tezini kanıtlayacak örnekler alıyor.
Ülkemizde iktidarların halka bakışı onları kendi
anlayışlarına göre biçimlendirmek şeklinde gelişmiş. Yani hep toplum
mühendisliği söz konusu. Özger’e göre Osmanlı bireye “kul” olarak muamele
etmiş, kayıtsız şartsız iktidara itaat etmesini istemiş. Cumhuriyetin cumhurun
yönetimi olduğu söylense de Tek parti döneminde de 60, 70, 80 darbelerinde de
öznenin iktidar karşısında ezildiğini yazıyor.Böyle bir değerlendirmede Demokrat
Parti yönetimini görmemenin ne kadar doğru olduğu bence tartışmalı. Zira o
dönem de bireye diğer iktidarlardan farklı yaklaşılmıyor. Muhalefet edenin
sağcı da olsa solcu da olsa gözünün yaşına bakılmıyor.
İktidarlar ne kadar kendi anlayışlarına göre bireyi
biçimlendirmeye çalışsa da sonuçta sağ, sol ve İslamcı olarak kabaca
tanımlanacak siyasi anlayışlar 12 Eylül’e kadar varlıklarını koruyor. Seksen
öncesinde yaşam biçimlerinden giyimlere kadar siyasi anlayışların bireylerde
somutlandığını görüyoruz. Toplum her şeyiyle saflara ayrılıp darbenin koşulları
hazırlanmıştır. Özger esas olarak sol anlayışla yazılan romanlardan örnekler
vererek solcuların kendilerine has giyimleri (parka, postal), erkeklerin bıyık
biçimleri gibi ideolojiyi belirtici nesnelerden olduğunu, toplu yaşam biçimi,
örgüt anlayışları, toplanılan yerler, önem atfedilen Taksim Meydanı, Kızıl
Meydan gibi bazı yerlerin toplu bir nesneler, iletişim ve kültürel bellekler
oluşumu yarattığını romanlardan örneklerle anlatıyor. Özger’in verdiği
örneklerden darbe öncesi yaşananların olduğu kadar yaşam biçimlerinin,
örgütlenme anlayışlarının da romanlarda ayrıntılı olarak işlendiğini görüyoruz.
12 Eylül Darbesi ile gerçekleştirilen gözaltılar,
tutuklamalar, işkenceler bu örgütlenmeleri dağıtıp darbecilerin arzu ettiği
bireyi biçimlendirmek amacındadır. Varolan tüm siyasi anlayışları (muhafazakar,
liberal, sosyal demokrat, sosyalist vb.) bir hamlede yok etmek, tek
tipleştirmek arzusundadır darbeciler. Bireylerin tüm belleğini silmek yeni bir
sayfa açmak isterler. Hapishaneler kışlalaştırılır, gözetim ve denetimin
yanında ehlileştirme araçları olarak da kullanılır. İktidara uyumlu, itaat eden
bireyler yaratmaya çalışılır. Türk Romanı’nda 12 Eylül’de incelenen
romanlarda tüm bu konuların ayrıntılı olarak yazıldığını görüyoruz. Kısaca
söylemek gerekirse roman klasik anlamdaki en önemli görevlerinden biri olan
“tanıklık etmek” görevini yerine getirmiş. Ayna görevi görüp 12 Eylül
Darbesi’ni öncesiyle, gerçekleştirilmesi sırasında yaşananlarla ve sonrasıyla
yansıtmış.
Sonrası da önemli, çünkü 12 Eylül, iktidarın onaylamadığı
tüm siyasi oluşumları dağıtmakla kalmadı uygulamaya koyduğu toplum mühendisliği
uygulamaları ile hem bireyde hem de toplumla önemli hasarlar yarattı. Türk
sinemasının klişeleştirerek ve yüzeysel biçimde bolca işlediği “değerlerini
kaybeden, yozlaşan, ideallerini kaybeden” “yaralı bilinçleri”in romanlarda çok
daha serinkanlı bir biçimde işlendiğini görüyoruz.
Mehmet Özger, Türk Dili ve Edebiyatı alanında uzmanlaşmış
bir akademisyen. Bu niteliği nedeniyle ister istemez ele aldığı konuya edebi
açıdan da yaklaşmasını bekliyorsunuz. Kitabın son bölümünde “12 Eylül Roman
Poetikası” başlığı altında edebi açıdan “12 Eylül’ü işleyen romanlara yön veren
temel eğilimler” üzerinde durduğunu söylüyor Mehmet Özger. Romanların çoğunun
darbeden on beş ya da yirmi yıl sonra yazıldığına dikkati çekerek romancıların
yıllarca beklemesinin “darbenin sıcak etkisinin geçmesini, olayların üzerinde
düşünülebilecek bir ‘nesne”ye dönüşebilmesini beklemiş olabileceklerini vurguluyor.
Yaratılan bu “eleştirel uzaklık” yaşanmışlıklara, olaylara daha nesnel bakmayı
sağlamış olabilir ama bu romanların çoğunun hatırat, tanıklık ya da “geçmişe
özlem” düzeyini aşamadığı bir gerçek. Mehmet Özger “temel eğilimler”e bakmanın
yanında en azından belli başlı romanların edebi nitelikleri üzerinde de
dursaymış sanırım çalışması daha da bütünlüklü hale gelirmiş. Üstelik tezlerden
en önemlisi “12 Eylül Darbesi’nin edebiyatı değiştirdiği” ise buna ihtiyaç daha
da artıyor.
Biz de akademik araştırmaların en önemli özelliği bir
konu hakkında kendi görüşünü beyan etmemek. Üzerinde çalışılan konu hakkında
daha önce neler yazılmış onları iletmekle yetiniliyor tezlerde. Oysa her
araştırmacının kendine has bakış açısı var ve o bakışın sonucunda varacağı
yargılar olması da kaçınılmaz. Akademik araştırma o yargıların yazılmasını hoş
karşılamıyor mu, yoksa akademisyenler 12 Eylül’ün temel direklerinden YÖK hâlâ
varlığını sürdürürken görüş beyan edip mimlenmek mi istemiyor bilmiyorum ama bu
halleriyle araştırmalar eksik kalıyor.
Mehmet Özger’in Türk
Romanı’nda 12 Eylül’ü hem azımsanmayacak sayıdaki 12 Eylül romanlarının
döneme tanıklık eden önemli belgeler olduğunu örneklemesi hem de darbeyi
romanlar üzerinden okuyup anlamak açısından önemli bir çalışma.
06.09.2012
Salı, Eylül 11, 2012
Başkaldıran Kurşunkalem
Ferhan Şensoy Başkaldıran
Kurşunkalem’de (2012, Ortaoyuncuları yay.) Kanada’dan dönüşü ile birlikte
başladığı tiyatro macerasını anlatıyor. 2001’de yayımlanan Kalemimin Sapını Gülle Donattım’da doğum yeri olan Samsun’un
Çarşamba ilçesinden başlayarak özellikle Galatasaray Lisesi’nde yaşadıklarına
odaklanmıştı. Kitap 70’li yıllarda Şensoy’un Fransa ve Kanada’daki üniversite
yılları ve ilk tiyatro çalışmalarının anlatılması ile son buluyordu.
Ferhan Şensoy, “bir ırmak romandır” bu diyerek birinci cilt
olduğunu belirttiği Kalemimin Sapını
Gülle Donattım 543 sayfalık kalınlığına rağmen anlatılan olayların
komikliği ve ilginçliğinin yanında anlatımındaki tadla da keyifle okunan bir
kitaptı. Şensoy’un rahat ve içten anlatımıyla kitabı hızla okuyordunuz ve
devamını merak etmemeniz elde değildi. Şensoy araya başka kitaplar koydu ve
ikinci cilt meraklı okuru 11 yıl beklettikten sonra yayımlandı.
Ferhan Şensoy, 1975 Mayıs’ında Kanada’dan yurda dönmeye
karar vermesi ile başlıyor anlatmaya. Kanada vatandaşı olup oraya yerleşme ve
gönlüne göre öncü bir tiyatro kariyeri yapma şansını tepip askerlik görevimi
yapmam gerek diyerek Türkiye’ye baba evine dönüyor. Ailesi İstanbul’a
Teşvikiye’ye yerleşmiştir. Çarşamba eşrafından eski belediye başkanı Cemil bey
emekliliğe alışmaya çalışmaktadır. Otoriter bir baba olarak oğlunun tiyatrocu
olmasını onaylamaz. Ama lise yıllarından beri Ferhan Şensoy’un gönlündeki tek
meslek tiyatroculuktur. Metin Akpınar, Zeki Alasya, Ahmet Gülhan’lı kadrosu ile
dönemin en ünlü komedi grubu olan Devekuşu Kabare'de yazdığı skeçler
oynanmaktadır.
24 yaşındaki bir genç olarak babasının yanında sigara bile
içemediği gibi yazı yazması için gerekli koşullar da yoktur evde. Baba evine
sığamadığını hisseden kendine ait bir evi olması gerektiğini düşünen Ferhan
Şensoy bir an önce para kazanmak arzusundadır. Para kazanırsa kafasındaki
tiyatro grubunu da kuracaktır.
Tek kanallı siyah beyaz TRT’nin
eğlence programlarına skeçler yazar. O sırada Galatasaray Lisesi’nde etüt
ağabeyliği yaptığı Korhan Abay’ın aracılığı ile Ali Poyrazoğlu ile tanışır ve
onun 20 gün içinde bir oyun yazma önerisi alır. Her zaman danıştığı Haldun
Taner’in onayını alarak teklifi kabul eder. Bir yandan da Devekuşu Kabare için
yeni skeçler yazmaktadır.
Ferhan Şensoy paralel bir akışla 1940’lara dönüp annesi ile
babasının evlenemelerinin öyküsünü çocukluk yıllarını, ilk aşkları,
arkadaşları, 60’lı yılların sonunda ilk yazarlık deneyimlerini, Ünye’de takma
adlarla iki rakip gazetede birden yazmasını, Yeni Ufuklar dergisinde ilk
yazılarının yayımlanışını, Vedat Günyol’dan aldığı ilk telifinin öyküsünü de
anlatıyor.
Televizyonda yayımlanan Aşk-ı Memnu dizisine atfen Çark-ı
Memnu adıyla yazdığı oyun
Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nda Dur Konuşma Sus Söyleme adı ile oynanmaya başlar. Ferhan Şensoy
oyunda rol de alır. Özcan Özgür’le arkadaş olur. Tiyatrocuların takıldığı
barlarda sabahı ederek kendi tiyatrolarının hayalini kurarlar. Oysa düzensiz
gelirleriyle ancak günü kurtarmakta, bazı günler beş kuruşsuz gezmektedirler.
Bu arada Şensoy’un Fransa’dan aldığı üniversite diploması
kabul edilmez ve yedek subay olarak askerlik yapma hayalleri suya düşer.
İmdadına 12 Mart mağdurları için çıkartılan af yetişecek eski okulu Güzel
Sanatlar Akademisi’ne kayıt yaptırıp askerliği en az üç yıl erteleyecektir.
Şahin Tek’in Türk Yazarları Tiyatrosu’nda oyunculuk ve
yönetmenlik yaparak kendi tiyatrosunu hayata geçirmeye çalışır ama başaramaz. TRT’ye ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda çeşitli
skeçler yazmaya devam eder. Ali Poyrazoğlu ile birlikte bir skeçte rol alıp ilk
kez TRT ekranında görünür.
Yıl 1976, Ferhan Şensoy bir tiyatrocu olarak hayata
tutunmaya çalışırken Türkiye hem siyasi hem de ekonomik olarak tam bir karmaşa
içinde. İşçiler, öğrenciler sokaklarda eylemde. Hızına yetişilemeyen bir
enflasyon var. Fiyatlar sürekli artıyor. Hemen her şeyin yokluğu çekiliyor. Şensoy
ve içinde yer aldığı tiyatro dünyası bu durumla pek ilişkili değil. Siyasi ve
ekonomik ortam ancak hayatlarına dokunduğunda hissediliyor ve pek az sözü
ediliyor.
Nisa Serezli - Tolga Aşkıner Tiyatrosu'nda oyunculuk yapmaya
başlıyor Ferhan Şensoy. Ankara’ya turneye gidiyor. Sinemada seks filmleri
furyası tüm hızıyla sürüyor. Bu filmlerde oynamayan hemen hiç komedi sanatçısı
kalmamış. Şensoy, seks filmlerinin unutulmaz komedyeni Mete İnselel ile
tanışıyor. İnselel, filmlerden çok para kazanıyor ama gönlünde tiyatro var. Mete
İnselel’le Anyamanya Kumpanya Tiyatrosu’nu kuruyorlar. O yılların en ilginç
siyasi karakterlerinden İdi Amin’den yola çıkarak İdi Amin Avantadan Lavanta oyununu yazıyor. Birlikte rol alıyorlar,
oyun İnselel’in ününün de sayesinde büyük başarı kazanıyor. İnselel’in idari
işleri yöneten eşiyle çıkan anlaşmazlıklar sonrasında Şensoy tiyatrodan
ayrılıyor.
Ferhan Şensoy her şeyi gün gün tarih vererek anlatıyor.
Ayrıntılarda derinleşiyor. Bu durum Şensoy’un sıkı bir günlükçü olduğunu yaşadığı
her şeyi sıcağı sıcağına günlüğüne geçirdiğini düşündürüyor.
“1977’nin beşinci gecesi” Kazancı Yokuşu’nda kendi evinde
yaşamaya başlıyor. Bir ayrılıp bir barıştığı sevgilisi ile birlikte.
Televizyona diziler, skeçler, oyunlar yazıyor, tiyatro yapıyor. Bir yandan da
Fındıklı’dan Taksim’e çıkan bu dik yokuşta yaşadıklarını, gözlemlerini Kazancı Yokuşu adlı ilk kitabında kaleme
alıyor. İlk kitabın yayınlanış öyküsü, hiçbir kitapçıda bulunamaması, telif
alma mücadelesi bildik ama o kadar da komik ve hazin.
Bizim Sınıf adlı
televizyon dizisi ikinci bölümden sonra “öğretmenlerin manevi şahsiyatını
tezyif ettiği” gerekçesiyle TRT'de
yasaklanıyor. Evdekiler ve Giyim Kuşam Dünyası televizyon dizileri
de yayından kaldırılıyor. Ama ne Şensoy ne de yapımcısı Aydoğan Ergezen pes
etmiyor. Bu kez de Sizin Dershane
dizisini yazıyor ve o dizide “Adnan Pazarlama” rolünü oynuyor. Sizin Dershane televizyonun en sevilen
dizilerinden oluyor ve belleklerimize Ferhan Şensoy adını kazıyor. Bu arada
reklam filmlerinde de rol alıyor, tiyatro gruplarının turnelerinde rol alıyor.
İki de sinema filminde küçük rolleri var. Seks filmleri furyasına bulaşmamayı
nasıl becerdiğini merak etmemek elde değil.
Ayfer Feray’la tanışmaları, Ayfer Feray Tiyatrosu’nda oyuncu
olarak görev alıp birlikte turneye çıkmaları, daha sonra Ayfer Feray için
yazdığı Hayrola Karyola oyununun
sahnelenmesi, turne organizasyonu kitabın en uzun bölümünü oluşturuyor. Şehir
şehir, kasaba kasaba yaşadıklarını ayrıntılı olarak yazıyor Ferhan Şensoy. 160
sayfalık bu bölümün kitabın en çok sarkan yeri olduğunu söylemeliyim.
Ferhan Şensoy’un hayat öyküsü, anıları 70’li yılların
eğlence dünyasının da bir tarihçesi. Tiyatrolarda yaşananlar, televizyonun
etkisi, gazinolarda şarkılı türkülü kabereler ve nihayet büyük bütçeli
müzikaller... Dönemin pop şarkıcıları Pakize Suda ve Sevda Karaca, film artisti
Sezer Güvenirgil için kabareler yazıyor. Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın gazino
gösterilerini kaleme alıyor.
İran’da İslam devrimi oluyor. Humeyni iktidara geliyor.
Ferhan Şensoy Humeynili bir oyun yazmayı planlıyor. Türkiye’de de sokaklar kan
gölü. Hemen her gün aydınlar, öğrenciler öldürülüyor. Darbenin ayak sesleri
duyulmaya başlıyor. Hayrola Kayrola’yı
İstanbul’da oynayacaklarını, Ayfer Feray’la yeni projeler yapacağını, kendi
tiyatrosunu kuracağını düşlerken Ayfer Feray başrolünü oynadığı müzikal
tutmayınca tiyatroyu bırakıyor, inzivaya çekiliyor. Uzatmalı sevgili ile bu kez
kesinlikle ayrılıyorlar ve Ferhan Şensoy tatil için Bodrum’un yolunu tutuyor. O
bohem, gecesi gündüzüne karışmış yaz aylarında bir yandan da Şahları da Vururlar’ı yazıyor. Eylül
sonu İstanbul’a döndüğünde işsizdir, ev kirasını ödeyecek durumda değildir,
kanadı kırık babaevine döner. Haldun Taner’le buluşur, Şahları da Vururlar’ı okur. “Kendi tiyatromu kurmak istiyorum” der.
Haldun Taner, paran var mı der. Şensoy, tiyatro iki kalas bir heves değil mi!
Bende kalas yok ama heves var, der. Haldun Taner de “Yolun açık olsun” diye
onayı verir.
Ferhan Şensoy Başkaldıran
Kurşunkalem’de beş yıllık bir dönemi 540 sayfada anlatmış. Günü gününe,
ayrıntılı bir anlatım. Şensoy her zamanki gibi tatlı dili ile sık sık
güldürerek, hiç bitmese dedirterek kitabı okutmasını biliyor. Dileğim Ferhan
Şensoy araya bir on yıl daha koymadan yeni cildi yazsın. Zira daha anlatacağı
30 yıl var. Beş yıla bir kitap hesabıyla 6 kitap. Her kitaba 500 sayfa
hesabıyla da 3000 sayfa eder. Yani az iş değil üstattan beklediğimiz.
30.08.2012
Çarşamba, Eylül 05, 2012
Yaz Yalanları
Geçmişte gizlenen, üzerine hayatlar kurulan yalanlarla
yüzleşen öykülerini biraraya getirmiş
Bernhard Schlink Yaz Yalanları’nda
(Haziran 2012, Çev. Barış Tut, Doğan Kitap).
Yaz Yalanları yedi
uzun öyküden oluşuyor. Öykülerde ana ekseni iki temel ilişki oluşturuyor; kadın
erkek ilişkisi ile anne ve babayla ilişkiler. Yaz Yalanları’nın açılış öyküsü “Mevsim Sonu” yazın bittiği
günlerde küçük bir tatil kasabasında tanışan bir kadınla erkeğin aşkı
kalıcılaştırmalarını anlatıyor. Kendini toplumdan izole etmiş, New York’ta
küçük bir mahallede olabildiğince az insanla yüzeysel ilişkiler kurarak
hayatını sürdüren bir Alman müzisyen öykünün erkek kahramanı. Öykünün
başlangıcında tanımadığı bir kadınla gözgöze geldi diye masasına oturabilecek
rahatlıkta görünse de aslında ruhsal ve tensel hiçbir yakınlaşmadan
hoşlanmadığını anlatıyor. Kadının ilişki kurmadaki rahatlığı, kalbini, evini ve
nihayet yatağını zaman geçirmeden açışı adamı rahatsız ediyor. Hele birlikte
hayat planları yaptıktan sonra kadının varlıklı biri olduğunu öğrenince bu
rahatsızlığı daha da artıyor. Ama kendiyle tamamen ters yapıda da olsa her
anını sıkılmadan geçirdiği bir kadınla beraber olmaktan da hoşnut. 13 gün sonra
havaalanında ilk kez yalnız kaldığında kendine soruyor; Alıştığı yalnızlığına
mı dönecektir, kadınla yeni bir hayata mı başalyacaktır? Daha ilk sayfada cevap
verilmiştir bile “yalnız kalmayı unuttuğunu düşündü. Bu düşünce hoşuna gitti.”
İkinci öykü tamamen farklı kahramanları olsa da ilk öykünün devamı
ya da tamamlayıcısı gibi. “Baden-Baden’daki Gece”de bir yazarın ilk oyununun
galasını izlemeye uzun süredir gevşek de olsa bir ilişkisi olduğu bir kadınla
gidişinin ardından yaşananları anlatıyor. Yazar şehrin en lüks otelinde bir oda
tutmuş ve “neşesiyle mutlu eden bir eşlikçi” olarak kabul ettiği kadınla geceyi
birlikte geçirmiştir. Ertesi gün eve döndüğünde bu kaçamağın hesabını kız
arkadaşına vermesi gerekir. Yalanlara sığınır ama yalan söyledikçe daha da
batar ve acı gerçek iyice ortaya çıkar.
Üçüncü öykü “Ormandaki Ev”de çoksatan kitaplar yazan bir
kadınla gittikçe yazmaktan soğuyan ve bu açığı karısına ve tek çocuklarına
bağlanarak aşmaya çalışan bir yazarın öyküsü anlatılıyor. Kent hayatından ve
insanlardan uzak, bir orman kenarında bir eve yerleşiyorlar. Kadın bunu
romanını bir an önce bitirmek için bir fırsat olarak değerlendirirken adam
kadının hayranlar, röportajlar, konferanslar ve imza günlerinden kopup sadece
kendileri için yaşamaları için bir fırsat olarak görür. Romanın yazımı bitip
kadın şehre dönmek isteyince de telefon hatlarını kopartıp bu üç kişilik izole
hayatı sürdürmek ister.
Bernhard Schlink ilk üç öyküde kadın – erkek ilişkisindeki
üç evrede yaşanan iletişimsizlikleri ve onlara kaynaklık eden yalanları hikaye
ettikten sonra “Geceleyin Bir Yabancı”da bir uçak yolculuğunda tanışan iki kişinin
arasında kurulan garip dostluğu anlatıyor. New York - Frankfurt arasındaki uzun
uçak yolculuğunu oldukça konuşkan olan adamlardan birinin bir macera filmini
andıran öyküsü dolduruyor. Adam bir Arap ataşe ile kurdukları dostluk
sonrasında sevgilisinin Kuveyt’te kaçırılmasını, kaçırılma olayından sonra
kurtulup gelmesini ve balkondan düşüp ölmesini anlatıyor. Adam kızı balkondan
atmakla suçlanmaktadır ve yıllarca kaçtıktan sonra yargılanmak üzere olayın
yaşandığı Almanya’ya dönmektedir. Dinleyici konumundaki ve bize olayları
aktaran adam ise önceki öykülerdeki tipleri hatırlatır. Yalnız yaşamaktadır,
yalnızlığından memnundur ve insanlarla ilişki kurmayı pek istemez. Ama bu
konuşkan, konuştukça öyküsünün yalanlarla örülü olduğu ortaya çıkan adamla dost
olmak ister. Adamın pasaportunu çalıp Almanya’ya girişte kullanmasında ve
yıllar sonra cezasını çekip kapısını çalmasında hep dostane davranır.
Geçiş öyküsü olarak kabul edebileceğimiz bu öyküden sonra
yaşlılık, ölüm ve aile içi ilişkilere değinen üç öykü geliyor. Asuman
Kafaoğlu’nun kitapla ilgili yazısında değindiği gibi İkinci Dünya Savaşı’nı
yaşamış “neslin tutukluğu, duygularını dışa vuramayışları, katı disiplin
uygulamaları yüzünden acı çeken çocuklarını anlatıyor” Bernhard Schlink. “Son
Yaz”da Almanya’da bir üniversitede profesör olarak çalışan öykü kahramanı hemen
her yıl ders vermek için misafir olarak New York’a davet edilmektedir. Ama bu
yaz daveti reddetmeye, yazı karısı, çocukları ve torunlarıyla geçirmeye karar
verir. Çünkü kanserdir ve acıları çekilmez hale geldiğinde zehirli bir
kokteylle hayatına son vermeye karar vermiştir. Bu katı, kuralcı, duygularını
hep gizlemiş bu nedenle karısıyla da, çocukları ve torunlarıyla da samimi bir
ilişki kuramamış adam ölüme gitmenin verdiği gevşeme ile olsa gerek tüm
duygularını serbest bırakır ve son yazını kendinden esirgediği tüm mutlulukları
yaşayarak değerlendirmek ister. Tüm aile ondaki değişimi hisseder ama
sorgulamak yerine yaşamayı tercih ederler. Hayatını kocasının iyi bir kariyer
yapması ve iyi yetişmiş çocuklar yetiştirmeye adamış olan karısı ise durumdan
şüphelenir ve kocasının ağzından laf alamayınca da zehirli kokteyli bulur ve
adamla yüzleşir. Yaşlı profesör yine bencilce davranmış ölmekte olduğunu en
yakınlarıyla paylaşmamış, kendi istediği zaman ölmek için gizli planlar
yapmıştır.
Çocuklarını, eşlerini sevmemiş, hayatı bir sorumluluk olarak
görmüş anne ve babalar. Çocuklarını katı bir disiplinle yetiştirmiş, iyi okullarda
okutmuş, hangi mesleği seçeceklerine, evliliklerine karar vermişler. Dışarıdan
bakıldığında “mükemmel”, “ideal” aileler kurmuşlar. Böyle bir aileden baba
oğulun yüzleşmesini anlatıyor “Rügen’de Johann Sebastian Bach”da Bernhard
Schlink. Oğul, artık iyice yaşlanmış, belki de yakında ölecek olan babasını
Rügen’deki Bach festivaline götürmeye, orada babası en sevdiği iki şeyle deniz
ve Bach’la beraberken kendisine hiç sözünü etmediği hayatını, çocukluk gençlik
yıllarını, ilk evliliğini, annesiyle nasıl tanıştığı anlattırmayı planlıyor.
Ama baba ketumdur ve oğlunun sorularını kısacık cevaplarla geçiştirir. Deniz
kıyısındaki gezinti ve Bach konserleri dilini açacaktır ama uzun anlattığı
Bach’ın eserleri olacaktır.
Kitabın son öyküsü “Güneye Yolculuk”da bu kez sert, katı,
ketum bir büyük anne başrolde. O da diğerleri gibi hayatını sorumluluklarına
adamış. Evliliğinde mutlu olamamış ama iyi ve başarılı çocuklar yetiştirmiş,
onların “mutlu” evliliklerinden doğan torunları da disiplinli, büyüklerine
saygılı, iyi çocuklar olmuşlar. Büyük anne bir huzur evinde yaşıyor ama
çocuklar, torunlar hep yanında, ilgilerini eksik etmiyorlar, her fırsatta
yanına koşuyorlar. Ama o günün birinde çocuklarını sevmeye son vermeye, onlarla
artık ilişki kurmamaya karar veriyor. Artık kızının aramasını da, beraberce
doğum gününü kutlamayı da, onların gelmesini de istemiyor. Telaşlandırmamak
için bu kararını onlara bildirmiyor ama davranışları bir şeylerin değiştiğini
söylüyor. Doğum günü sonrası yüksek ateşle yatağa düşünce tıp öğrencisi küçük
torunu Emilia ona bakmaya geliyor. Emilia’nın sevgisi, ihtimamı onu şaşırtıyor.
Küçük torununun şefkatinden mutlu oluyor, minnettarlık duyuyor. Büyükanne ve
torun yakınlaşıyorlar. Huzur evini bir
hapishane, onu bir bakıcı olarak hissettiğini söyleyip birlikte bir geziye
çıkmayı öneriyor. Gidecekleri yer büyükannenin kırklı yıllarda üniversiteyi
okuduğu küçük ve kasvetli kenttir.
Emilia, önceki öyküdeki oğul gibi bu geziyi büyükannesinin
hayat öyküsünü öğrenmek için bir fırsat olarak değerlendirmek istiyor. Neyse ki
büyük anne önceki öyküdeki baba kadar ketum değil. Yavaş yavaş üniversite
yıllarında yaşanan ve terk edilmeyle sonuçlanan ilk aşkın öyküsünü öğreniyor
Emilia. Acı gerçekse eski sevgili ile yüzleşmeden sonra ortaya çıkıyor. Terk eden
büyükannedir. Büyükanne kendine göre daha yoksul olan sevgilisinden güvenli bir
hayat için, bildik dünyasına dönmek için ayrılmıştır. Sonra da tüm hayatını
kocasının mesleki başarısına, iyi bir aile kurmaya, başarılı çocuklar
yetiştirmeye adamıştır. Eski sevgili kendi kendisine “Helmut beni ilk
aldattığında ondan ayrılmış olsaydım? Çocukları bu kadar ciddiyetle ve sert
disiplinle değil de, biraz daha oluruna bırakarak ve neşeli yetiştirmiş
olsaydım?” diye sorar.
Bernhard Schlink, psikolojik durumları sadece dışarıdan
göründüğü kadarıyla veren bir anlatımı var. Uzun ruh tahlillerine girmiyor.
Örneğin hemen her öyküde ortaya çıkan güvenli bir hayat kurmak, insanlarla
fazla ilişkiye girmeden, kendi kozasında mutlu mesut yaşama arzusunun kökenlerini
deşmiyor yorumu okura bırakıyor. Bernhard Schlink Yaz Yalanları’nda
kolay okunan, kısa cümlelerle gelişen 40 – 50 sayfalık,
istense roman olabilecek uzun öykülerde aileiçi ilişkilerdeki yalnızlaşmayı
sade bir dille anlatıyor.
23.08.2012