Cuma, Aralık 27, 2013
2013’de Dünya Edebiyatı
2013’ü toplumsal yaşamdaki değişiklikler, yenilikler,
isyanlar ve ölümler yılı olarak hatırlayacağız herhalde. Barış Süreci ve Gezi
Parkı Direnişi ile birlikte Suriye İç Savaşı’nı yaşadık. Düşünce ve ifade
özgürlüğü mücadelesi daha da çetin bir hale geldi. Bu toplumsal hareketlilik
içinde geçen yıl çok sayıda iyi kitap okuduk, yeni yazarlarla tanıştık, klasik
yazarların eserlerinin yeni çevirilerini okuduk.
Şiir
Doğumunun 150. ölümünün 80. yıldönümünde Kavafis, yaşarken
yayımladığı bütün şiirler, özgeçmişi ve edebi referanslarına dair notlarla yayınlanan
“Bütün Şiirler”le (çev. Ari Çokona, İstos yay.) anıldı. İngiliz edebiyatının en
eski metinlerinden “Beowulf” bu yıl kaybettiğimiz Nobel ödüllü şair Seamus
Heaney günümüz İngilizcesi’ne çevirmiş, Nazmi Ağıl da o metinden (Yapı Kredi
yay.) türkçeleştirmişti. 20. yüzyılın büyük ustaları Boris Pasternak’ın
şiirleri “Erken Trenlerde” (Can yay.) genç yaşta ölen şair Azer Yaran’ın çevirisi
ile, yoğun ve yalın bir dille yazılmış şiirleriyle bilinen Ungaretti’den
seçmeler “Batık Liman” (Can yay.) Cevat Çapan çevirisi ile yayımlandı.
Çağdaş Bulgar şiirinin ustalarından Lyubomir Levçev’den
seçmeler “Işık Külü” (çev. Haydar Çakmak, kaynak yay.), 32 yaşında ölen İranlı
şair Füruğ Ferruhzad’ın son iki kitabından seçmeler “Yeryüzü Ayetleri” (çev.Ali
Güzelyüz, Demavend yay.) ve Sohrab
Sepehri’nin “Rengin Ölümü”ü (çev.Ali Güzelyüz, Demavend yay.) Farsça
orijinalleriyle yayımlandı.
Pessoa’nın Alberto Caeiro mahlasıyla yazdığı şiirleri
“Teslis’in İkincisi” (Kült Neş.), Venezuella’lı genç şair Dannybal Reyes
Umbria’nın “Yıldırımlar İçin Mezardır Bu Kent” (Çev. Berna Talun Üğüten,
Alakarga yay.), 1968’de Cleveland Glenville İsyanı bastırıldıktan dört ay sonra
intihar eden D.A.Levy’nin “Varoş Manastırı” (çev. Halil Duranay, Kült Neş.), 1941’de
kapatıldığı psikiyatri kliniğinde açlıktan ölen Daniil Kharms’ın “Mavi Not
Defteri” (çev. Halil Duranay, Kült Neş.) ve “savaşı ve silahlanmayı kıyasıya
eleştiren” C. K. Williams’ın “Akıl Pis Kokar” (çev. Efe Murad, 160 Kilometre
yay.) dikkati çeken diğer kitaplardı.
Öykü
2013 öykünün Nobel Edebiyat Ödülü ile taçlandırıldığı yıl
oldu. Alice Munro’nun ödülünü Can Yayınları “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk,
Evlilik” (Çev. Roza Hakmen) ile kutladı. “Goethe Öleyazıyor”da (çev. Fatih
Özgüven, Yapı Kredi yay.) Thomas Bernhard’ın 80’li yıllarda yayımlanmış
dört öyküsü biraraya getirilmişti. Nazilerin 39 yaşında Auschwitz’te ölüme terk
ettiği Irène Némirovsky “Pazar Günleri” (Çev. Ebru Erbaş, Can yay.) ile ilk kez
Türkçede yayımlandı. “Bulmaca Meraklısı Quaresma” (Çev. Işık Ergüden, Kırmızı
Kedi yay.) ile Fernando Pessao’nun iyi bir polisiye öyküler yazarı olduğunu
öğrendik. İnce ve keskin mizah duygusu ile sevilen Leonardo Sciascia’dın dört
öyküden oluşan “Sicilyalı Amcalar”ı (çev. Neyyire Gül Işık, Yapı Kredi yay.), “Sıradan insanların sıradışı yaşamlarının
yazarı” Peter Nadas’tan “Ölümle Başbaşa” (çev. Gül Benderli, Can yay.), Frank O'Connor'ın İç Savaş sonrası İrlanda
taşrasından öykülerinin yer aldığı “Oedipus Kompleksim” (çev. Zeynep Avcı, Sel
yay.) ve Etgar Keret’in oğlunun doğumundan yedi yaşına kadar dönemde yaşadığı
acı ile karışık keyifli öyküleri “Yedi Güzel Yıl” (çev. Avi Pardo, Siren yay.)
severek okuduğum kitaplardı.
Deneme, Eleştiri
Dünya Edebiyatının kötü adamı Louis-Ferdinand Céline’in
sanat, edebiyat, siyaset hakkında kendiyle konuşmalarından oluşan “Profesör Y
ile Konuşmalar”ı (çev. Ayberk Erkay, Yapı Kredi yay.) yılın en ilginç deneme
kitabıydı. Bir başka önemli kitap Amerikan şiirine ilham vermesiyle tanınan düşünür
Ralph Waldo Emerson’ın denemelerinden oluşan “İnsanın Görkemi”ydi (çev. P.
Öztamur – C. Dnasuk, Okuyanus yay.). Yazarlığa kitap tanıtma yazıları ve
eleştirilerle başlamış olan James Joyce’un yazıları “Eleştiri ve Deneme
Yazıları” (çev. Fuat Sevimay, Aylak Adam yay.) adıyla derlendi.
Marcel Proust’un şiirsel düzyazıları ve denemelerinden
oluşan ilk kitabı “Hazlar ve Günler” Yapı Kredi ve Alakarga Yayınları’ndan
çıktı. Fernando Pessoa’nın İngilizce kaleme aldığı denemelerinden oluşan
“Felsefi Denemeler” (çev. Ümit Şenesen, Aylak Adam yay.) yazarın felsefe
ilgisine ışık tutuyordu. George Orwell’in denemeleri “Kitaplar ve Sigaralar” ve
“Neden Yazıyorum” adıyla Sel Yayınları’ndan Levent Konca çevirisi ile çıktı. En
oylumlu Kafka biyografisi olmakla ünlü Reiner Stach’ın “Kafka Karar Yılları” ve
“Kafka Kavrama Yılları” (çev. Sezer Duru, Sel yay.) yayımlandı. Hermann
Broch’un tüm eserlerini yayımlayan İthaki diziye “Psikolojik Otobiyografi”yi
(çev. Saliha Yeniyol Kerkhoff) ekledi. Nabokov’un “Rus Edebiyatı Dersleri”
(çev. F.Özgüven, A.N.Akbulut, Y.Yavuz, İletişim yay.) tartışmalı yargıları ile
ilgi topladı.
Susan Sontag’ın günlükleri “Yeniden Doğan” ve ahlak ve
estetik arasındaki ilişkiye eğildiği eleştirel makaleleri “Satürn Yıldızı
Altında” (Agora Kit.) Osman Akınhay çevirisi ile yayımlandı. Allen Ginsberg’in atom
bombası, sınırsız artan nüfus, gelişen kitle iletişim araçları ve düşünce
özgürlüğü gibi konulara değindiği denemeleri “Toplu Halüsinasyon”da (çev. Süha
Sertabiboğlu, Sel yay.) ve Chuck
Palahniuk romanlarının kaynaklarını, nerelerden esinlendiğinin ipuçlarını veren
denemeleri “Kurgudan da Garip”te (çev. Ahmet ergenç, Ayrıntı yay.) biraraya gelmişti.
Ángel Esteban ile Ana Gallego’nun “Gabo ve Mario”su (çev.
Süleyman Doğru, Doğan Kit.) Márquez ile Llosa’nın mektuplaşmayla başlayan ve bir
yumrukla noktalanan dostluğunu konu alıyordu. Paul Auster ve J.M.Coetzee’nin
iki yılı aşkın bir süre boyunca yazışmalarından oluşan “Şimdi ve Burada” (çev.
Seçkin Selvi, Can yay.), Alberto Manguel’in “Okumalar Okuması” (çev. Sevin
Okyay, Yapı Kredi yay.), Kevork B.
Bardakjian’ın Ermeni Edebiyatının son 500 yılını incelediği “Modern Ermeni
Edebiyatı” (çev. M. Aktokmakyan – F. Ünal, Aras yay.), Sarah Bakewell’in “Nasıl
Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne'in Hayatı” ( çev. Emre Ülgen Dal, Domingo
yay.) diğer akılda kalan kitaplardı.
Roman
2013 Virginia Woolf’un, Arthur Conan Doyle’un Sherlock
Holmes’lerinin ve Scott Fitzgerald’ın yılı oldu. Birçok yayınevi yazarların
kitaplarını bastılar. Sherlock Holmes’lerin açıklamalı ve dipnotlu basımı ise
Everest Yayınları’ndan çıktı. Yordam Yayınları Stefan Zweig’ın eserlerini usta
çevirmenlerden çevirilerle özel bir dizide yeniden sundu. Yılın sürprizi
Nabokov’un başyapıtı sayılan “Solgun Ateş”in (çev. Yiğit Yavuz, İletişim yay.) yeni
çeviri ile yayımlanmasıydı.
2013’ün ilk 11’i ise şöyle: 1. Mo Yan’ın üç kuşağın öyküsünü anlatırken
Çin’in yakın tarihine ışık tuttuğu “Kızıl Darı Tarlaları” (Çev. E. Kurtuldu, Can
Yayınları). 2. Carlos Fuentes’in çağdaş Meksika toplumunu hicvettiği “Cennet’teki
Âdem” (çev. E. İmre, Can yay.) 3. Latin Amerika edebiyatının klasiklerinden Machado
de Assis’in “Mezarımdan Yazıyorum”u (çev. E. Altınay, Jaguar Kit.). 4. Julian
Barnes’ın “anımsama yoluyla hayatı irdeleme” izlekli “Bir Son Duygu”su (Çev. S.
R. Kırkoğlu, Ayrıntı Yay.). 5. Hermann Broch’un faşizmin nasıl egemen
olabildiği sorusuna cevap aradığı “Büyülenme” (Çev. S. Kaya, İthaki yay.). 6. Joseph
Roth’un Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun yükselişi ve çöküşünü
anlattığı başyapıtı “Radetzky Marşı” (Can ve Aylak Adam Yay.). 7. Magda
Szabo’nun sevilmek için karşılıksız bir mücadele veren bir kadın sanatçının
yaşamını iç monologlarla anlattığı “Yavru Ceylan” (Çev. A. Berktay, Yapı Kredi
Yay.). 8. Gerbrand Bakker’in Hollandalı bir kadının Galler'in kuzeyinde eski
bir çiftlik evine taşındıktan sonra yaşadıklarını anlattığı “Dolambaç” (Çev. T.
Yalnız, Metis Yay.). 9. J. G. Ballard’ın hayatlarının her anında alışveriş
yapıyorlarmış gibi görünen insanları anlattığı “Öteki Dünya” (Çev. S.
Sertabiboğlu, Sel Yay.). 10. Polisiyenin ustalarından Walter Mosley’in
belleğini kaybetmekte olan 91 yaşındaki bir adamın yaşadıklarını anlattığı “Pek
Saygıdeğer Ptolemy Grey” (Çev. M. Balcık, Dedalus Kit.). 11. Marisha Pessl’in
çok okuyan, çok düşünen ve çok sorgulayan bir genç kızın yaşadıklarını edebiyat
ve sinemaya göndermelerle anlattığı “Gündelik
Felaket Teorileri” (Çev. A. Sezgintüredi, Siren yay.).
26.12.2013
Yılın En iyileri
Aralık başından beri gazeteler, dergiler, intenet siteleri
sanatta yılın en iyilerini seçiyor. Bu seçim bazen uzmanlara, bazen okurlara
sorarak oluyor, bazen de o yayının mutfağında kotarılıyor.
Yılın ilk günlerinde en iyilerle ilgili haberler daha da
çoğalacak. Yıl içinde ise daha çok televizyonda bizim de adımız anılsın, ödül
bahanesiyle ünlüler okulumuza gelsin düşüncesiyle okulların hangi kıstasla
yaptığı belli olmayan seçimlerle dağıttığı ödüllere şahit olacağız.
Yılın en iyileri seçiminde en hızlı davranan sabitfikir.com
oldu. Yazar ve gazetecilerden oluşan 55 isme yılın romanlarını sormuşlar.
Sonuçları da 2 Aralık’ta yayımladılar. O nedenle de tarihi Kasım 2012 ile Kasım 2013 tarihleri arasında yayımlanmış olanlar
sınırlamışlar.
Aynı durum Dünya Kitap için de söz konusu. Kasımdan kasıma
her ay şeçilen kitaplarla oluşturulan kısa listeden yılın kitaplarını,
yayınevini jüri belirliyor.
Aralık’ta yayımlanan romanlar örneğin Elif Şafak’ın “Ustam
ve Ben”i ya da Türkçeye ilk kez çevrilen Dünya edebiyatının başyapıtlarından
Thomas Mann’ın “Doktor Faustus”u listeye girme şansını yakalayamamış. Kasım
ayında yayımlanan romanların da ismi ancak okunmadan kanaatle verilmiş olabilir
ya da daha doğrusu okunmadıkları için gözönüne alınmamışlardır, deniyor.
Haklılık payı var.
Hakkında çok konuşulan bir anket de Radikal’in okulara
yönelik olarak yaptığı “Yılın En İyileri” anketi. Yılın sergisi, oyunu, romanı
da var yılın magazin olayı da, yerli dizisi de. Radikal hem seçilen anket
konuları hem de oylanan isimler açısından sosyal medyada eleştirildi. Popüler
olanla olmayanı karıştıran bir yaklaşımı vardı Radikal’in. Üstelik listeler 15
– 20 isimden oluşuyordu. Yani kısaydı ve atlanan çok isim vardı. Seçim okura
yaptırıldığı için popüler olanların daha şanslı olduğu düşünülüyordu.
Yılsonunda sonuçlar açıklanınca bu eleştirilerin haklı olup olmadığını
göreceğiz. Bunlar uygulamaya yönelik eleştiriler. İstenirse çözülebilirler.
En doğrusu sanırım sayısal verilerle varılan sonuçlar. Geçen
hafta sözünü ettiğim hangi filmi kaç kişinin seyrettiği bilgisi üzerinden
sıralama yapan boxoffice.com’un listeleri ya da Müyap’ın CD satışı ve
internetten indirilme adetleri üzerinden verdiği müzik ödülleri gibi ödülleri
daha çok önemsiyorum. Ama bunlarda da kazanan popüler eserler oluyor. Siyad’ın
sinema eleştirmenlerinden oluşan tüm üyelerinin oyları ile verilen “Türk
Sineması Ödülleri” de olumlu örnek olarak verilebilir ama çıkan sonuçların
bu kez de popüler sinemayı memnun etmediğini, ödüllerin ağırlıklı olarak
bağımsız sinemanın temsilcilerine gittiğini hatırlatmalıyım.
Yıl sonunda durup bir değerlendirme yapmayı, neler okumuşum,
dinlemişim, seyretmişim diye hatırlamayı, hatırlatmayı önemsiyorum. Bu sayede zamanında
gözden kaçırdığım kitabı okuma listeme ekliyor filmi ya da oyunu izlemeye
çalışıyor, müziği dinliyorum.
Karşı görüş ise şöyle; “yılın kitapları”, “en iyi on film”,
“en başarılı sanatçı” gibi seçimlerin sanata da sanatçıya da bir katkısı
olmadığı öne sürülüyor. İzleyiciyi, okuru yanlış yönlendirdiği, yine popüler
olanın öne çıktığı, parlatıldığı, değerli olanın gözardı edildiği düşünülüyor.
Ben de böyle seçmeler, listeler yapılmazsa nasıl
hatırlayacağız, diye soruyorum. Gösterime giren binlerce film, yüzlerce tiyatro
eseri, on binlerce kitap ve şarkı arasında “değerli” bulduğumuz zaten gözden
kaybolmadı mı?
27.12.2013
Pazartesi, Aralık 23, 2013
Leviathan
Julien Green, 1900’de Paris’te doğmuş bir Amerikan yazarı. Yaşamını
büyük bir bölümü Fransa’da geçmiş. 98 yıllık hayatında çok verimli olmuş. Birçok
romanı var ama dört ciltlik otobiyografisi ve 70 yıllık bölümünü anlattığı 19
ciltten oluşan günlükleri ile tanınıyor. Tüm eserlerini Fransızca yayımlatmış.
Fransız Akademisi’ne seçilmiş ilk yabancı yazar.
Sekiz çocuklu protestan bir ailenin en küçük çocuğu.
Annesinin aşırı baskısı altında büyümüş. Bu baskı gelecekteki yaşam biçimini,
ahlaki, cinsel ve dini tercihlerini de etkilemiş. Annesinin ölümünden iki yıl
sonra, Katolikliği seçmiş. Ertesi yıl, 16 yaşındayken ambulans sürücüsü olarak
Amerikan kuvvetlerinde gönüllü görev almış. Yaşının küçük olduğu anlaışınca
görevine son verilmiş. 1918’de Fransız ordusuna katılmış. 1919 – 22 arasında ABD'de
Virginia Üniversitesinde eğitim görmüş. 1926’da ABD’den döndükten sonra ilk
romanı yayımlanmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında New York’ta ABD ordusunda
görevli olarak yaşamış. Amerika’nın Sesi’nin fransızca radyo yayınlarında görev
almış. Savaş sonrası Fransa’ya dönmüş ve ölene kadar orada yaşamış. Fransız
Edebiyatının tanınmış adlarından biri olmuş. Andre Gide, Hermann Hesse, Borges
gibi yazarlar ondan övgü ile söz etmiş.
Türkçede ilk kez 1955’de “Yeryüzünde Bir Yolcu” (Varlık
yay.) kitabı yayımlanmış. 1956’da “Çılgın Kız” (Varlık) ve 1964’de “Adrienne
Mesurat” (MEB) çıktıktan sonra unutulmaya terk edilmiş. Geçen yıl
yayıncılarımız Green’i yeniden keşfetmiş. İmge Kitabevi “Yeryüzünde Bir Yolcu”yu
yeniden yayımlamış. Everest Yayınları’ndan da “Leviathan” (Aralık 2013, çev.
Işın Gürbüz) çıktı. Sinemaya da uyarlanan “Léviathan” (1929) Green’in en önemli
eserlerinden biri sayılıyor.
“Léviathan”ın ana kahramanı Paul Guéret kasabaya yeni
taşınmıştır. Artık hiç sevmediği, hatta nefret ettiği karısıyla birlikte
yaşamakta, zengin bir ailenin küçük oğluna kendisini geçindiremeyecek bir
ücretle özel öğretmenlik yapmaktadır. Tam anlamıyla kıstırılmışlık duygusu
içindedir, bunalmaktadır. Çamaşırcılık yapan genç ve güzel Angele'le tanışınca
hayatı birden değişir. Kıza hastalıklı bir tutku ile bağlanır. Angele onun
duygularına karşılık verse de tatmin olmaz. Genç kızın kasabanın diğer
erkekleri ile de para karşılığı birlikte olduğundan kuşkulanır. Öğretmenlik
yaptığı çocuğun babası Grosgeorge’de Angele’nin yazdığı bir notu görünce iyice
çılgına döner. Sürekli yemeğe gittiği restoranın sahibi Madam Londe’nin
Angele’in müşterileri ile buluşmasında aracılık ettiğini anlayınca da bir gece
kızın restoranın üst katındaki odasına duvarı tırmanarak girer. Bu olaydan
sonra Angele ormanda saldırıya uğrayıp yüzünde derin ve geçmeyecek izler
kalacak şekilde ağır yaralanacak, ardından bir yaşlı adam öldürülecek ve Guéret
ortadan kaybolacaktır.
Tüm kasaba halkı suçlu olduğunu düşündükleri Guéret’nin
yakalanmasını bekler ve sonraki saldırının kendilerine olacağı korkusu içinde
yaşamaya, akşamları erkenden evlerine kapanmaya başlar.
Polis Guéret’nin izini sürerken biz de kasabadaki tek
suçlunun Guéret olmadığını anlarız. Bir kötülük toplumudur kasaba halkı.
Angele’nin yaralı yüzüyle artık beğenilmeyeceğini düşünen Madame Londe 13
yaşında küçük bir kızı onun yerine müşterilerine satmak için hazırlamaktadır.
Oğlunu kocasının bir tecavüzü sonucunda doğurduğunu düşünüp adamdan nefret eden
Eva Grosgeorge bir umut olarak önceden hep aşağılayıp, küçümsediği Guéret’nin
peşine düşer. Guéret’nin dönüşü ile de hem macera iyice heyecanlanır hem de
kahramanlar arsında hesaplaşmalar başlar.
Green bir kötülük toplumuda yaşadığımızı, hemen herkesin kendine göre
küçük ya da büyük suçlar işlediğini yani kimsenin masum olmadığını anlatıyor.
Ahlakı, inançları, kuralları açık ve keskin bir dille sorgulayan bir roman
“Léviathan”da. Julien Green’in tekrar keşfedilmesi iyi olmuş, farklı ve iyi bir
yazarla tanışmış olduk. Umarım kitapları okurlardan ilgi görür ve diğer
eserleri de Türkçeye çevrilir. 19.12.13
Etiketler: everest, julien green
Yedi Güzel Yıl
“Yedi Güzel Yıl”da Etgar Keret, oğlunun doğumundan babasının
ölümüne kadar geçen süreden, yedi yıldan kendine dair öyküler anlatıyor. Bir
yazar, bir eş, bir baba ve bir oğul olarak yaşadıklarının öyküsünü anlatırken
hayatta acıyı ve mutluluğu, korkuyu ve sevinci, hüznü ve sevinci birlikte
yaşadığımızı da hatırlatmış oluyor.
Etgar Keret, İsrailli bir yazar. 1967 Tel Aviv’de doğumlu ve
halen orada yaşıyor. Kitapları 34 dile çevrilmiş, 30 ülkede yaymlanmış. Sinema
ile uğraşıyor. The New Yorker, Paris Review, Guardian gibi yayınlarda yazıları
yayımlanıyor. Türkiye’de de sevilen, çok okunan bir yazar.
“Nimrod Çıldırışları”, “Gazze Blues”, “Buzdolabının
Üstündeki Kız”, “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” ve “Kapı Birden Vuruldu” adlı
kitapları Türkçede yayımlanmış. “Yedi Güzel Yıl” ın da (Kasım 2013, çev. Avi
Pardo, Siren yay.) sekiz dilde hakları satılmış ve ilk yayımlandığı dil Türkçe.
İlk öykü “Ansızın, Aynı Şey”de karısının doğum sancıları
başlayınca Tel Aviv’deki bir hastanenin yeni doğan bölümüne kendileri ile
ilgilenilmesini bekleyişlerini anlatıyor Keret. Servisteki iki hemşire dışında
tüm çalışanlar bir intihar saldırısında patlayan bomba ile yaralananlara yardım
etmek için acil servise gitmişler. O olağanüstü halde karısı doğum yapıyor ve
oğlu Lev dünyaya geliyor. Lev’in aileye katılması ile yaşamları çocuğa göre
şekillenecek ve Keret’in tüm yaşam biçimini değiştirecektir. Tabii öncelikle
evdeki bu yeni yabancıya alışması, dost mu yoksa gizli bir canavar mı olduğunu anlaması
gerekmektedir. Öyküleri okudukça Keret’in ailesini tanımaya başlıyoruz.
Soykırımdan, toplama kamplarından kurtulup canlı kalmayı başarmış, İsrail’de
kendilerine yeni bir hayat kurmuş anne ve babasını geçmişleriyle değil
bugünleriyle, babasının hastalığı ve tedavi süreci üzerinden anlatıyor. Tam
kendi ülkelerinde huzurla yaşayacaklarını düşünürken sürekli tepelerinde
patlayan Scud füzeleri, sokakta her an yaşanacak canlı bombalı saldırıları
onlara neler hissettiriyor acaba diye düşünmeden edemiyorsunuz.
On bir çocuk, sekiz torunlu aşırı dindar ablası ve eniştesini,
insan hakları ve marihuana kullanımını yasallaştırılması için çalışan barışçı
ağabeyini, savaş yanlısı ya da karşıtı arkadaşlarını tanıyoruz öykülerde.
Onların birbirleriyle ilişkilerine, gündelik hayatlarına, acılarına ve neşelerine
şahit oluyoruz. Keret, oğlu henüz üç yaşındayken “Çocuğunuz 18 yaşına
geldiğinde orduya katılacak mı?” sorusuna cevap vermeye çalışıyor. Karısıyla “oğlumuz
askere gitsin mi, yoksa vicdani redçi mi olsun” diye tartışmak durumunda
kalıyor.
Keret terör saldırılarını gündelik hayatın bir
parçasıymışcasına anlatıyor. Rutinleşmiş, sıradan olaylar gibi... Oysa insanlar
bitmek bilmeyen bu saldırıları “etrafı düşmanlarla çevrili bir küçük ülke”de
oldukları düşüncesiyle yaşıyor ve ister istemez milliyetçi duyguları artıyor,
gerçek bir savaşı yeğlediklerini söylüyorlar. Masum halka yönelik ve sürekli
saldırılara rağmen barışçı insanlar, savaş karşıtı, zorunlu askerlik hizmetine
karşı insanlar da az değil.
Biryandan da Etgar Keret yazarlık hayatını da sürdürmek
zorunda. Üniversitede ders veriyor, gazeteye yazıyor, öyküler kaleme alıyor.
Yurtdışı seyahatleri, katıldığı kitap fuarları, festivaller, paneller onun bu ortamdan
kopmasını, biraz ferahlamasını sağlıyor. Ama “yahudi karşıtlığı”nın nerede
kendisini bulacağını ya da sıradan bir kötülüğü öyle yorumlayacak ruh haline
gireceğini kestirmesi de kolay değil. İnsanların hayatlarında ilk gördükleri
İsrailli, Yahudi yazar olarak neler yaşadığının öyküsü de bunlardan biri. Keret
kendine has sade anlatımı ve iyimser
bakışı ile ve açık yürekle kolayca ötekileştirdiğimiz insanların neler
yaşadığını anlatıyor.
“Yedi Güzel Yıl” Etgar Keret’in hayata iyimser bakışı,
mizahi anlatımı ile hem terör tehdidi altında insanların yaşamlarını nasıl
sürdürdüklerini öyküleri hem de Keret’in çocuk sahibi olduktan sonra başından
geçenleri anlattığı anı parçaları olarak okunabilecek güzel bir kitap.
19.12.2013
Bu işte bir yanlışlık var
Mahmut Fazıl Coşkun’un yönettiği Ercan Kesal ve Ayça
Damgacı’nın başrollerinde oynadığı Yozgat Blues ulusal ve uluslararası festivallere
katılıp ödüllerle döndükten ve eleştirmenlerden de bolca övgü aldıktan sonra 6
Aralık’ta gösterime girdi. Başka Sinema’nın da katkısıyla 5 şehirde 12 sinema
salonunda gösterime giren filmi ilk üç gününde 2,226 kişi seyretmiş. Bir
haftalık seyirci sayısı 4,445. Toplam hasılatı 53,685 lira.
Çalgı Çengi filminin devamı niteliğindeki Selçuk Aydemir’in
yönettiği Ahmet Kural, Murat Cemcir ve Rasim Öztekin’in başrollerinde oynadığı ve
pek de olumlu eleştiriler almayan Düğün Dernek de aynı hafta gösterime girmiş.
61 ilde 258 salonda gösterilen filmi ilk üç gün 572.838 kişi izlemiş. Bir
haftada 1.086.807 seyirci sayısına ulaşmış ve 10.485.910 lira hasılat elde
etmiş (bkz.boxofficeturkiye.com).
Bir yanda seyircisiz bağımsız sinema var diğer yanda popüler
sinema. “Sinema seyircisi eleştirmenlerin övgü yağmuruna tuttuğu ödüllü filmlere
ilgi göstermiyor” diye dillendirilen ve çok bilinen bir tezi tekrar etmek için
yazmıyorum bunları.
Pazar günü gazetelerin ekonomi sayfalarında “Türk sinema
endüstrisi”nin 2013 rakamları vardı. Haberin sanat sayfalarında değil ekonomi
sayfasında yayınlanmasına ve sinemadan “endüstri” olarak söz edilmesine
dikkatinizi çekerim.
Sinema salonlarından 14 Aralık itibariyle 446 milyon lira
hasılat elde edilmiş. 44 milyon 600 bin adet bilet kesilmiş. 2013’de sinema
sektörü %6 büyümüş. En çok izlenen film 3 milyon 800 bin seyirci ile Cem
Yılmaz’ın tek kişilik gösterisinin filme alınmış hali olan CM101MMXI
Fundamentals. Film 37.301.066 lira hasılat elde etmiş.
boxofficeturkiye.com web sitesine göre 2013’de en çok izlenen
10 filmin ilk sekizi Türk filmleri. Bu filmlerin beşi de komedi. Son on yılda
en çok kazanan filimler Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar, Ata
Demirer, Mahsun Kırmızıgül ve Özcan Deniz imzasını taşıyor. 2013’de 78 Türk
filmi gösterime girmiş, gişe geliri %25, seyirci sayısı %19 artmış ama en çok
izlenen, en çok kazanç sağlayan ilk 100 filmin arasında bağımsız sinemadan tek
bir Türk filmi yok.
2005’de gişe geliri 184 milyon lira, seyirci sayısı da 27
milyon 800 binmiş. 9 yılda hasılat %242, seyirci sayısı %160 artmış. Sinema
endüstrisinin hızla büyüdüğü açıkça görülüyor.
En çok izlenen ilk 100 filmi 7 şirket dağıtmış. Filmlerden
%95’ini ise sadece dört şirket dağıtıyor. Sinema salonlarının bu şirketlerin
kontrolünde olduğu anlaşılıyor. Yapımcılar büyük bütçelerle filmlerini çekiyor.
Filmler büyük kampanyalarla sunulup yüzlerce salonda gösterime giriyor. Yapımcı
da dağıtımcı da emeğinin karşılığını alıyor. Büyük kârlar elde ediliyor.
Sinemaya “endüstri” demenin de ekonomi sayfalarında haber yapmanın da doğru
olduğu anlaşılıyor.
Sinemada küçük Amerika yaratılmış. Üstelik sanıldığı gibi
yabancı filmlerin, ABD yapımlarının değil yerli filmlerin, Türk sinemasının
hakimiyeti söz konusu. Popüler sinema bağımsız sinemaya hiç yaşam hakkı
tanımıyor. Salonlarında yer vermiyor, verse de kısa sürede gösterimden
kaldırıyor. İzleyicisine ulaşamayan bir sanat eserinin işlevini yerine
getirdiğini söylemek mümkün değil. Yardımlar, destekler olmasa, yapımcılar,
yönetmenler, artistler fedakarlık yapmasa bu tür filmlerin çekilemeyeceği de
bir gerçek. Türk Sinema endüstrisi tek ayak üzerinde duruyor.
Bu işte bir yanlışlık var dememin nedeni de bu.
18.12.2013