Çarşamba, Haziran 26, 2013
İliştirilmiş Yazarlar
Sivas Katliamı’nın ardından, İsmet Özel “Sivas
Göklerinde Sırp Tayyareleri Uçacak mı?” başlıklı yazısında katliamın
sanıklarını “Haysiyetli, yurtsever, millet bütününün selametini kapsayan bir
siyaset lehine ağırlıklarını koyan Müslümanlar” olarak tanımlıyor ve destek
veriyordu. (Milli Gazete, 8 Temmuz 1993). Gazete yöneticileri de bu görüşleri pek
beğenmiş olmalı ki sürmanşetten vermişlerdi.
O sırada dikkatlerden kaçan İsmet Özel’le aynı siyasi
düşüncede olan birçok yazar ve şairin sessiz kalmasıydı. Onlar Sivas Katliamı
konusunda bir görüş beyan etmemeye çalışarak durumu idare edeceklerini
umuyorlardı. Oysa biliyorduk ki “susmak onaylamaktır”.
Sivas Katliamı’nın üzerinden 20 yıl geçti. Dava zaman
aşımına uğratıldı. Katiller salıverildi. Avukatları milletvekili yapıldı. İsmet
Özel görüşlerini açıkça yazdığı için gözden düştü ama görüşleri iktidardakiler
tarafından sahiplenildi.
Gezi Parkı Direnişi sırasında ise “muhafaza-kâr” yazarlar
farklı bir süreç yaşadı. İlk başlarda çoğu Sivas Katliamı’nda olduğu gibi
susarak olayı geçiştirmeye çalıştılar. Gözlerini yumdular, kulaklarını
tıkadılar. Küçük bir bölümü ise Gezi Parkı Direnişi’ni destekliyormuş gibi
görünen yazılar yazdı.
Rüzgâr, başbakanın danışmanlarının iktidarı kaybediyoruz
korkusu ile attıkları “Başbakanı yedirmeyiz” sloganı ile yön değiştirdi. O güne
kadar özgürlükten, demokrasiden, insan haklarından, kardeşlikten söz eden yazarlar
çark edip iktidarın, şiddetin, ötekileştirmenin
dilini, nefret ve kin söylemini sahiplendiler. Gezi Parkı Direnişi’nin dış
güçlerin, faiz lobisinin hatta Sırpların işi olduğunu yazmaya başladılar. On
yıldır AKP’ye oy verdiklerini, fikirlerinin hiç değişmediğini, tek seçeneğin
AKP iktidarı olduğunu, başbakanın “sert üslubunu sürdürmesi” gerektiğini,
demokrasinin sadece bir araç olduğunu, başkanlık sisteminin en iyi yönetim
biçimi olduğunu yazdılar. Bu düzen sürmeli, AKP iktidarı devam etmeliydi. Bunu
açıkça söylemeleri gerekiyordu çünkü susmaları bile Gezi Parkı Direnişi’ni
onaylamak anlamına gelecekti birisine göre.
Bir inanç, siyasi görüş sorunu gibi görünse
de aslında vicdanla cüzdan arasında kalmışlardı. İktidarla birlikte imtiyaz ve
para sahibi olmuşlardı. Onlar, ABD ordusu eşliğinde Irak’a giren ve işgali
meşru gösteren iliştirilmiş
(embedded) gazeteciler gibi iliştirilmiş
yazarlardı. İktidarın görmek ve göstermek istediğini yazmaları gerekiyordu.
Yoksa üzerleri çizilirdi. Konumlarını kaybederlerdi.
İktidarın iliştirilmiş yazarlara, şairlere getirdiği
büyük nimetler var. Gazetelerde köşe yazarlığının yanında başta TRT olmak üzere
televizyon kanallarında program yapımcılığı, danışmanlık, Kültür Bakanlığı ve
belediyelerin yarattığı işler, TMSF ve devlet denetimindeki şirketlerde yönetim
kurulu üyelikleri… En marjinal, anarşist görünenler bile iktidardan bir şekilde
nemalanıyor.
Gezi Parkı Direnişi’nde 4 kişi öldürüldü,
60’ı ağır 7832 kişinin yaralandı, 11 kişi gözünü kaybetti, 20 kişinin kafa
travması geçirdi, bir kişinin dalağı alındı (TTB verileri).
Vicdanı olan bir yazar bu kanlı tabloya
gözünü yumamaz. İliştirilmiş bir yazar
olmasa barışçı gösterilerin şiddetle bastırılmasına destek vermez, insan
olduğunu unutup, demokrasiyi oy sandığı sanan politikacıların diliyle gerçekleri
çarpıtmaya çalışırken zavallılaşmaz.
26.06.2013
Salı, Haziran 25, 2013
Yeniden Doğan
Susan Sontag’ın ölümünden sonra bulunan günlükleri
yayınlanacağı duyurulduğu andan itibaren büyük bir merak uyandırmıştı. Sontag’ın
günlükleri ve defterleri ilk gençlik çağlarından ölümüne kadar geçen zamanı kapsıyor.
1947-1963 yılları arasındaki bölümü kapsayan ilk cilt Yeniden Doğan (Haziran 2013, çev. Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı)
adıyla Türkçede yayınlandı.
Susan Sontag, iyi bir yazar olmasının yanında birçok ilgi
alanı olan ve o alanlarda ürünleri, yazdıkları, düşünceleri ilgiyle izlenen,
tartışma yaratan bir entelektüeldi. Biyografilerinde öncelikle eleştirmen
olarak anılsa da edebi eserleri, sinemacılığı, tiyatro ve görsel sanatlardaki
çalışmaları ile de aynı oranda önemli. Yaşarken dört romanı, bir öykü kitabı, bir
tiyatro eseri, dokuz deneme ve eleştiri kitabı yayımlanmış. Dört filmi yazmış
ve yönetmiş. Tiyatro eserleri birçok ülkede sahnelenmiş. ABD’de ve Avrupa’da
aralarında Beckett’in Godot’yu Beklerken’i
de olan birçok tiyatro eserini yönetmiş. İnsan hakları aktivisti olarak onlarca
yıl eylemler yapmış. PEN Amerika Merkezi’nin başkanlığını yapmış. Uluslararası
birçok önemli ödül kazanmış. 16 Ocak 1933’de New York’da doğmuş, 28 Aralık
2004’de yine New York’ta ölmüş. Paris’te Montparnasse Mezarlığı’na gömülmüş. 71
yıllık dolu dolu bir yaşam.
Yeniden Doğan’da Sontag‘ın
kolej ve üniversite yıllarındaki günlüklerinden, defterlerinden parçalar
okuyoruz. “Parçalar” diyorum çünkü Sontag bu defterleri yayınlanacaklarını
düşünerek tutmamış. O nedenle defterler bir yanıyla günlük niteliğindeyken
diğer yandan da Sontag’ın akıl defteri. Okumaları sırasında yaptığı alıntılar,
öykü ve roman taslakları gibi birçok malzeme de içeriyor. İzlediği filmler,
tiyatro oyunları, dinlediği müzikler, yiyip içtiği yerler, ilgilendiği ya da
gittiği şehirler, tanıdığı yazarlar, şairler ve ressamlarla ilgili görüşleri,
okuduğu ve okuması gerektiğini düşündüğü kitapların listeleri de yer alıyor. Bunların
bir çoğu da sanırım fikir vermesi için kitapta yer alıyor.
Oğlu David Rieff, annesinin yaşama sıkıca bağlı olduğunu,
kan kanseriyle savaşırken bile ölümü aklına getirmediğini belirtiyor. Sontag
ölümü kabullenmediği için geride bırakacağı çalışmalarının ne yapılması
gerektiği konusunda bir şey söylememiş. Ölüme çok yaklaştığında sadece tek bir
cümle etmiş oğluna; “Günlükler nerede, biliyorsun.” Onları ne yapması
gerektiğini ise hiç söylememiş.
Susan Sontag yaşarken yayınlanmasına izin vermek bir yana
ailesi ya da dostlarıyla da paylaşmamış bu defterlerde yazdıklarını. Rieff, 2004’de
Susan Sontag son kez hastalandığında yaklaşık 100 defterin mahrem şeylerin
sakladığı dolabında bulunduğunu belirtiyor önsözde. Daha sonra başka defterler
de bulunmuş.
David Rieff, bana kalsa günlükleri hiç yayınlamaz hatta
yakardım, diyor. Yayınlama kararını almasında Sontag’ın terekesini daha
hayattayken UCLA Kütüphanesi’ne satmış olması etkili olmuş. Terekeye bu
defterler de dahilmiş. Sontag’ın anlaşmasına göre terekesinin kullanımı
konusunda bir kısıtlama yokmuş. Bu da bir araştırmacının günlükleri düzenleyip
yayınlayabileceğini düşündürmüş oğluna ve David Rieff bu işi kendisi yapmaya
karar vermiş.
Yeniden Doğan’da Sontag‘ın
sadece edebi ve düşünsel hayatı değil özel hayatından da kesitler yer alıyor.
Sıradan okurun hiçbir zaman bilemeyeceği mahrem hayatı, tutkuları, saplantıları
ve cinsel hayatı, tercihleri... Aşk ilişkileri... Defterler kitaplaştığı anda
Sontag’ın tüm özel hayatı, mahremiyeti tamamen ifşa edilmiş oluyor. David
Rieff, defterleri yayınlama kararının annesinin “mahremiyetine müdahale anlamına
geldiğinin kesin” olduğunu yazıyor.
Aileden birinin hele oğlunun bu metinlerle karşılaştığından
neler düşünüp hissettiği bir yana editörlük görevini üstlenip neyin
yayınlanması neyin yayınlanmaması konusunda kararlar vermesi kolay bir konum
değil. David Rieff bir oğul olarak değil nesnel bir editör olarak yaklaşmış
defterlere. Sadece gereksiz yinelemeleri, tekrarlanan okuma listelerini, tüm
bir günün saat saat not edildiği bölümleri çıkartmış. Susan Sontag’ın yaşam
öyküsüne kaynaklık edebilecek hiçbir bölüme dokunmamış. Herhangi bir çıkartma
ya da eksiltme yaptığında bunu metin içinde ayraçlarla belirtmiş. Kişi ve yer
adlarını, zaman zaman konumları ve tarihleri açıklayıcı küçük notlar koyarak
günlüklerin daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışmış. Zaten defterler UCLA
Kütüphanesi’nde okurun ve araştırmacıların incelemesine açık olduğu için
yapacağı her müdahalenin fark edilmesi mümkün.
Defterler 1947 yılında, Susan Sontag 14 yaşındayken
başlıyor. Sontag, lise eğitimini tamamlayınca mutsuz olduğunu düşündüğü evinden,
“soğuk ve uzak” annesinden ayrılıp Berkeley’e yüksek öğrenime gidiyor. Sonra
okul değiştirip Şikago’da üniversite eğitimine devam ediyor. Felsefe, antikçağ
tarihi ve edebiyat eğitimi alıyor. Bu dönemden başlayarak Sontag’ın
yazdıklarından yaşam öyküsünü izlemeye çalışıyoruz. Ama defterlerde tutulan
günlükler, alınan notlar kronolojik bir sıra izlemediği, arada önemli boşluklar
olduğu için bütünlüklü bir yaşam öyküsü oluşturmak mümkün değil. Sontag’ın
ergenlikten ilk gençliğe geçerken yaşadığı düşünsel ve cinsel değişimin kendi
kaleminden çok açık yürekle anlatımından parçalar okuyoruz.
Sontag kitapta yer alan “Günlük Tutmak Üzerine” başlıklı 31
Aralık 1957 tarihli notunda yaklaşımını açıklamış; “Günlük yazarken kendimi
başkalarının karşısında yapamadığım kadar açık yüreklilikle ifade etmekle
kalmıyor, yeniden yaratıyorum. Günlük bireysellik algıma aracılık ediyor.
Duygusal, tinsel bağımsızlığımı simgeliyor. Dolayısıyla (ne yazık ki) güncel,
gündelik hayatımın basit bir kaydı olmaktan ziyade –çoğu zaman- onun
alternatifi” (s.168).
Susan Sontag düşünsel düzeyi, ilgileri ve okuyup üzerinde
düşündüğü tartıştığı kitaplarla 14 yaşında bir gençten çok ilerilerde. Sanki
bir doktora öğrencisinin notlarını okuyormuş hissine kapılıyorsunuz. Rilke,
Gide, Thomas Mann gibi yazarları okuyor. Antik çağ felsefesi üzerine çalışıyor.
Bu yazarlar ve eserleri üzerine geliştirdiği eleştiriler ve düşünceleri sanki
olgun bir yazarın kaleminden çıkmış gibi.
Diğer yandan da ilk aşk ilişkileri, ilk cinsel deneyimleri
hakkında açık yürekli notlar alıyor. Cinsel eğilimi üzerinde düşünüyor.
“Lezbiyen” olduğuna karar veriyor. Cinsel deneyim yaşadığı ilk sevgilileri
kendi cinsinden. Ama bir kaç yıl sonra, 17 yaşındayken sosyoloji bölümünde
araştırma görevlisi olarak çalışan Philipp Rieff’le evlendiğini öğreniyoruz
yazdıklarından. On günlük bir flörtten sonra evlenmişler. Çok geçmeden bir
oğulları oluyor (David Rieff).
Susan Sontag bazı dönemlerde hem özel hayatını, hem de
yaşadıklarını en ince ayrıtısına kadar anlatıyor bazen de hemen hiçbir şey yazıyor.
Büyük bir yapboz ve parçaları birleştirmek için Susan Sontag’ın hayat
hikayesini kısacada olsa bilmek okura çok yardımcı olurdu. Keşke Türkçe
baskının sonuna ayrıntılı bir biyografi konsaymış.
Yeniden Doğan’daki
notlarda açıkça belirtilmiyor ama wikipedi’deki biyografisi bile ne kadar güçlü
bir eğitim aldığının, kendisini ne kadar iyi yetiştirdiğinin kanıtı. Şikago’da
üniversite eğitimini tamamladıktan sonra edebiyat, felsefe ve din bilim
master’ı yapmak üzere Harward’a gidiyor. Etik ,Yunan ve Avrupa felsefesi ve din
bilim alanlarında doktora yapmaya başlıyor. Herbert Marcuse ile çalışıyor.
Doktorasını tamamladıktan sonra aldığı bir bursla kocası ve oğlunu bırakıp
Oxford’a gidiyor. Oxford’da aldığı eğitimden ve yaşam biçiminden memnun
kalmadığı için kısa bir tatil için gittiğinde Paris’e yerleşiyor. “Hayatımın en
önemli dönemi” dediği bu yıllarda Paris Üniversitesi’nde öğrenim görürken sanat
çevrelerine giriyor. Hayatında derin izler bırakacak aşklar yaşıyor. İlk edebi
eserlerini kaleme almaya başlıyor.
Yeniden Doğan’ı
okurken iyi bir yazar ve düşünür olmak için ne büyük bir emek, ne kadar uzun ve
derin bir okuma ve düşünme süreci gerektiğini kavrıyorsunuz. Diğer yandan da Susan
Sontag, aşk hayatının nasıl geliştiğini açık yürekle anlatır, kendi kendine
tartışırken bir yandan da kendini nasıl yetiştirdiğinin de öyküsünü anlatıyor. Merakla
okunan aynı zamanda öğretici bir eser Yeniden
Doğan. Artık Susan Sontag’ın yaşam öyküsünü daha çok merak ediyorum.
20.06.2013
Pazartesi, Haziran 24, 2013
Türk Film Haftaları…
Türk Film Haftaları…
New York Türk Film Günleri’nin haberini okurken bir sinemacı
dostumun yakınması aklıma geldi. Sinema Genel Müdürlüğü’nün “sinemamızı
yurt dışında tanıtmak” amacıyla verdiği desteklerin Türk film haftalarına
yoğunlaştığını ama bu etkinliklerin sinemamızı tanıtıcı bir işlevi olmadığını
söylüyordu. Yabancı sinemacıların bu etkinliklere gelmesi bir yana haberleri
bile olmuyorlarmış. Seyircilerin çoğunluğu Türklermiş. Doğru olan Türk
filmlerinin ve sinemacıların uluslararası film festivaline katılımlarını
desteklemekmiş.
Sinema Genel Müdürlüğü 2012 yılında 51’i yurtdışı, 39’u
yurtiçi olmak üzere 90 projeye 7.343.895 TL destek vermiş. Öncelikle 2008’de
136 projeye 18.117.563 TL destek sağlandığına yani son beş yılda desteklerin
yaklaşık % 60 oranında düşmüş olduğuna dikkati çekelim (bkz. sinema.gov.tr). Genel
müdürlüğün Türk Film Haftaları’na özel önem verdiği, web sitesinde bu
etkinliklere özel bir sayfa açmasından anlaşılıyor. Bu sayfadaki en son
bilgiler 2011 yılına ait. Genel Müdürlük web sitesine yansımayan bilgiler
ayrıntılı olarak “2012 Yılında Yapılan Yardımlar” başlıklı
belgede yer alıyor (kultur.gov.tr).
Ankara Sinema Derneği’ne 65.
Cannes Film Festivali Türkiye Standı için 270.000 TL, SETEM’e 18. Rabat
Film Festivali Türkiye Onur Konukluğu için 70.000 TL ve 18. Mısır Hurgada Asia
Film Festivali için 22.500 TL, FİYAB’a Şangay Film Festivali’nde Türk Filmleri
Panaroması için 100.000 TL, TESİYAP’a Çin Animasyon Film Günleri için 75.000 TL
ve Tokyo Film Festivali’nde “marketing” yapılması için 75.000 TL, Yedi Renk
Sanat Vakfı’na Kazan Uluslararası Müslüman Filmleri Festivali için 25.000 TL,
New York Başkonsolosluğu’na Boston Belgesel ve Kısa Film Festivali için 30.000
TL, Pinema Filmcilik’e 34. Amerikan Film Market’e katılması için 190.000 TL destek
verilmiş. Toplam 857.500 TL.
“Babamın Sesi”, “Lal Gece”, “Bir Avuç Cesur İnsan”, “Küf”, “Sessiz”,
“Araf”, “Gözetleme Kulesi”, “Ateşin Düştüğü Yer”, “Şimdiki Zaman”, “Saklı Bahçede
Aşk”, “Bir Zamanlar Anadolu”, “Koca Yusuf”, “Tepenin Ardı” ve “Sessiz” filmlerine
21 festival katılımı için 762.095 TL destek verilmiş. En çok desteği “Ateşin
Düştüğü Yer” Oskar’ın yarışma bölümü için (400.000 TL) almış. “Lal Gece” de beş
festival için 107.500 TL destek almış. En düşük destekleri ise “Şimdiki Zaman” 2060
TL ve “Saklı Bahçede Aşk” 2035 TL almış. Üç kişinin uluslararası etkinlik
katılımları için 20.800 TL verilmiş. Toplam 1,640,395 TL.
Türk Film Haftaları için sinema meslek birliklerine,
şirketlere, şahıslara ve başkonsolosluklara 1.491.115 TL destek verilmiş. Varşova
125.000 TL, Hong Kong 100.000 TL, Kiev 65.000 TL, Viyana 96.862 TL, Kıbrıs
8.000 TL, Santiago 125.000 TL, Nijer Niamey 80.000 TL, Şikago 80.000 TL, Miami
125.000 TL, Roma 150.000 TL, Endonezya 100.000 TL, Kamboçya 79.754 TL, Los
Angeles 81.000 TL, Nürnberg 75.000 TL, Melbourne 100.000 Tl, Leids 30.000 TL,
Ruhr 25.000 TL, Frankfurt 30.000 TL, Seattle 15.499 TL destek almış.
Bu destekler bir film festivali düzenlemek için yeterli
değil. Düzenleyiciler eğer başka kurumlardan da destek almıyorlarsa bu
paralarla sadece film gösterebilirler. Tanıtıma, konuk ağırlamaya, masraflara
bütçe kalmaz. Film göstererek Türk sineması
tanıtılabilir mi? Bu sorunun ve destekleri hangi mantıkla dağıttıklarının
cevabını Sinema Genel Müdürlüğü verecektir umarım.
19.06.2013
Kitap İçin 3
Selçuk Altun’un Kitap
İçin yazılarını Cumhuriyet Kitap okurları her ay merakla bekler.
Tiryakileri vardır, muhalifleri vardır. Okurlarından çoğu beğenir, bazısı
tartışır, bazıları da kızar. Selçuk Altun, Kitap
İçin yazılarını biner maddelik kitaplar halinde yayımlıyor. Kitap İçin 3’le (Mayıs 2013, Sel yay.)
üç bin maddeye ulaşmış. Her ay 25 maddeden oluşan bir yazı yayımlandığına göre 40
ayda yani yaklaşık 3,5 yıllık bir emeğin sonucunda bir kitap oluşuyor.
Turhan Günay ve Sali Turan’a adadığı kitabın arka kapağında
Selçuk Altun ne yapmak istediğini de on altı sözcükten oluşan dört dizede
açıklamış; “Aforizma - Alkış – Anı / Bilgi - Eleştiri - Günlük – Gözlem / Haber
- Kıssa - Kinaye – Nükte / Öneri - Polemik - Sor (Gu) – Yanıt.”
Selçuk Altun düşündüklerini kısa ve öz bir biçimde ifade
ediyor bu maddelerde. Düşüncelerini iki yolla ifade etmeyi tercih ediyor, ya
kendi söylüyor ya da başka yazarlardan kısa ve vurucu alıntılar yapıyor. Kısa
ve öz deyince de en çok tercih ettiği tür aforizmalar oluyor. Kitap okumaları
sırasında altını çizdiği aforizmalaşabilecek cümleler de maddelerde önemli yer
tutuyor.
Şiirlerden dizeler alıntılamakla kalmıyor, zaman zaman bu
maddeler yeni şiirlerin ilk kez okurla buluşmasını da sağlıyor. Yaşam
öykülerine meraklı. Şairlerin, yazarların ressamların, önemli kişilerin yaşam
öykülerinden kıssa’lar çıkartılabilecek alıntılar yapıyor. Bu alıntıların
kışkırtmasını, okurun kafasında sorular oluşturmasını arzuluyor. Nüktelere de
ayrı bir önem veriyor.
Selçuk Altun İngilizcede yayınlanan edebi eserleri yakından
izler. Türk edebiyatını da ihmal etmez. Kitap
İçin’in notlarında sık sık okuduğu iyi kitapları paylaşır, kitap
önerilerinde bulunur. Çok satmayan ama kaliteli kitabın peşindedir. Onlara özellikle
dikkati çekmeye çalışır. Genç şairin, yazarın izini sürer. Genellikle alkışlar
ama az da olsa yaptığı eleştirileri oldukça ağırdır. Bu nedenle daha çok onlar
akılda kalır. Polemikler ise kolay kolay unutulmaz. Selçuk Altun’un özel olarak
izlemeye aldığı yazarlar vardır. Onların yurt içi ve dışında yaptıklarını
yakından takip eder. Yanlış yaptıklarını düşündüğünde haber verir, uyarır, ağır
bir şekilde eleştirir. Elinde sağlam kanıtlar olduğunu anlarız. Kitap İçin 3’de de böyle polemik yaratan
maddeler bolca yer alıyor.
Kitapevlerini, sahaf ziyaretlerini, aldığı ya da “av”ladığı
kitapları da anlatıyor. Selçuk Altun sadece edebiyatla, kitaplarla kendini
sınırlamıyor, gezilerini, gözlemlerini de paylaşıyor. Bazen İstiklal
Caddesi’nde gözüne çarpanlar bazen Londra notları bazen de hiç akla gelmeyecek
bir şehir ya da arkeolojik alan olabiliyor bunlar. Müzeler, önemli sergiler,
konserler, mimari yapılar ilgi alanında. Yeni ve çarpıcı bir şey varsa okurla
paylaşmayı seviyor.
Hakkının yendiğini, gözden kaçtığını düşündüğü yazarlara,
sanatçılara, iyi okurlara özellikle dikkati çekmeye çalışıyor. Yaşadıklarından,
anılarından parçalar aktardığında da aynı yaklaşımda olduğunu görüyoruz.
Kitap İçin 3
hayatını kitap okumaya, okuduklarını paylaşmaya adamış bir yazarın dünyasını
tüm boyutlarıyla yansıtırken kitap okumaya özendirmeye de devam ediyor.
13.06.2013
Postacının Aşkı
Kitabın kapağında “Postacının Aşkı” başlığını gördüğünüzde ister istemez Antonio Skarmeta’nın Ateşli Sabır’ını, Pablo Neruda’nın Kara Ada günlerinde postalarının taşıyan postacısı Mario’yu, Mario’nun sevgilisi Beatriz’i hatırlıyorsunuz. Ateşli Sabır’da Mario sevgilisinin gönlünü Neruda’nın şiirleri ile kazanıyordu.
Denis Theriault, Kanada Quebec’li bir yazar. İlk romanı
2001 yılında yayınlanmış. Ödüller almış. İngilizceye çevrilmiş. Postacının Aşkı (Nisan 2013, çev. Zeynep
Heyzen Ateş, Altın Kitaplar) ikinci romanı. 2004’de yayımlanmış. Bu romanda
İngilizcede yayımlanmış.
Theriault’un postacısı Bilodo, 27 yaşında. Montreal'de
yaşıyor. Yalnız bir adam. Hayatında işinden başka bir şey yok. İşini severek
yapıyor. Kendi kendi ile yarışıyor. Mektupları zamanında ve doğru adrese
götürmeyi önemsiyor. Beş yıldır aynı bölgedce görev yaptığı için bölgesini ve posta
götürdüğü insanları iyi tanıyor. Günleri işi ile evi arasında geçiriyor.
Öğle yemeklerini hep aynı lokantada yiyor ve tatlıdan sonra
kaligrafi çalışıyor. Akşamları ise çoğunlukla evde. Kendisi gibi postacı olan en
yakın ve tek arkadaşı Robet çok ısrar ederse dışarı çıkıyor. Bu dışarı çıkmalar
da pek sık olmuyor.
Bilodo’nun kötü bir huyu var, mektupları dağıtmadan önce
okuyor. Geceleri yemeğini yiyip, biraz televizyon seyrettikten sonra kapıyı
kilitleyip mektupları buhara tutarak tek tek özenle açıp okuyor. E-posta
çağında olduğumuz için mektuplaşanların sayısı çok değil. Bu da işi daha da
heyecanlı kılıyor. Mektupları okuduktan sonra fotokopilerini çekip arşivliyor.
Bu durum fotokopicinin dikkatini nasıl çekmemiş, bilemiyoruz. Yazar değinmiyor.
Bilodo okuyup, fotokopisini çektiği mektupları özenle
kapatıp sahiplerine ulaştırıyor.
Onu en çok etkileyen mektuplar Antiller’den Guadeloupe
Adası’ndan geliyor. Guadeloupe'lu Ségolène'den gelen çok zarif bir el yazısıyla
yazılmış portakal kokulu her mektup sadece üç kısa dizelik tek bir şiirden
ibaret. Bilodo bu şiirleri dikkatle okuyup anlamlar çıkartmaya çalışıyor ama
bir şey anlamak da pek kolay değil. Yine de bu garip kısa şiirler ona bir
şeyler hissettiriyor, bir şeyler görmesini sağlıyor. Onları ezberliyor, sık sık
kendi kendine tekrarlıyor.
5 + 5 + 7 ya da 5 + 7 + 5 hece ölçüsü ile yazılmış 17
heceden oluşan şiirler bunlar. Bilodo bir gün gazetede bu şiirlerin
benzerlerine rastlıyor ve onların Haiku olduğunu anlıyor. Bu bilgi heyecanını
daha da artırıyor. Kütüphaneye gidip Haiku ile ilgili kitaplar okuyor.
Haiku’nun ustalarını tanıyor. Böylelikle mektuplarda yer alan, ilk okuyuşta
anlamsız görünen Haiku’ların özenle ve belli mesajları vermek amacıyla
yazıldıklarını anlıyor.
Bir zarftan Ségolène'in fotoğrafı çıkıyor. Genç kadının ilk
okul öğretmeni olduğunu öğreniyor. Kadının gülümseyişi içine işliyor. Yazısına,
garip şiirlerine hayran olduğu kadına iyice bağlanıyor. Dört gözle mektupların
gelmesini beklerken mektupların gönderildiği kişiyi de araştırıyor. Ségolène bu
mektupları Gaston Grandpre adlı “Sakallı, üstüne başına özen göstermeyen, saç
traşı bile doğru dürüst olmayan, her zaman abartılı, şatafatlı, kırmızı bir
ropdöşambrla dolaşan ve bütün gece uyumadığı izlenimi veren bir tip”e
yollamaktadır. “Deli bir bilim adamı” ya da “çatlak bir serseri” izlenimi veren
Gaston tahmin edebileceğiniz gibi tanınmamış bir şairdir. Gaston Grandpre’nin
başına gelen bir kaza Bilodo’nun hayatını değiştiriyor.
Bilodo hayatında hiç mektup almamış. Zaten mektuplaşabileceği
kimse de yok. İnternetle de arası yok. Bir ara kendi kendine mektup yazmayı
denemiş ama keyif alamamış, bırakmış. Gaston’un yaşadığı kaza Bilodo’nun onun
adıyla mektuplaşmayı sürdürmesine olanak sağlıyor. Bilodo biraz uğraştıktan
sonra Haikular yazmayı da beceriyor ve aşık olduğu kadınla Gaston’muş gibi
yazışmaya başlıyor. Kaligrafi yeteneği sayesinde Gaston’un el yazısını taklit
edebildiği gibi onun yazdıklarını örnek alıp yazışmayı sürdürmeyi de başarıyor.
Postacının Aşkı,
çağımızda pek rastlanmayan bir aşkın öyküsü olarak okunabilir. Bidou’nun
tutkusunda pek çok hastalıklı yan bulunabilir. Diğer yandan şiirseverlere,
özellikle Haiku meraklılarına özel olarak sesleniyor roman. Postacının Aşkı’nı Haiku türüne bir
saygı duruşu olarak da okuyabiliriz. Eli kalem tutanlar bu romanı okuduktan
sonra mutlaka Haiku yazmayı deneyecektir.
Postacının Aşkı
128 sayfalık, kısa ve akıcı bir roman. Keyifle ve hızla okunuyor. Zeynep Heyzen
Ateş’in çevirisi de okunaklılığı artırıyor. Özellikle Haiku çevirilerinin başarılı
olduğunu söylemeliyim. Haiku çok özel bir tür ve çeviride hem hece ölçüsünü hem
de çok anlamlılığı iletmek kolay bir iş değil.
13.06.2013