Çarşamba, Mayıs 30, 2012
Romantizmin Işığı Clara
Aydın Büke Romantizmin Işığı Clara’da (Nisan 2012, Can yay.) Clara Schumann’ın,
bir harika çocuğun bir piyano yıldızı olmasının ve Schumann ve Brahms’la büyük
aşklarının müziğin altın çağında yaşanan öyküsünü anlatıyor.
1800’ler piyano yüzyılı olmuş.
1700’lerde ilk kez imal eidlen piyano bu yüzyılda son halini almış ve müziğin
en önemli çalgılarından biri halini almış. Besteciler ard arda piyano için
müzikler yapmışlar, bunlar saraylarda, konser salonlarında icra edilmiş. Orta
sınıf ailelerin hemen hepsinin evinde bir piyano bulunurmuş.
Fredrick Wieck, dönemin önemli
müzik merkezlerinden Leipzig’in tanınmış piyano öğretmenlerinden ve bir piyano
satıcısı. Leipzig, iki yüz matbaası, otuz altı yayınevi, yüzlerce kitabevi ve
onlarca gazetesi ile yayıncılığın da en önemli merkezlerinden. O zamanlar
bestecilerin en önemli gelir kaynağı olan nota yayıncılığında da öndeymiş
Leipzig.
Avrupa’nın her yanından piyano
çalışlarıyla dinleyenleri büyüleyen harika kız çocuklarının haberleri
geliyormuş. Bu haberlerin de etkisiyle Wieck daha anne karnındayken kızı
Clara’nın piyanist olmasına karar vermiş.
Clara’nın annesi Marianne Wieck de
tanınmış bir piyanistmiş. Marianne’nin şan hocası ile yakınlaşması bir aşka dönüşmüş
ve genç kadın kentte dedikoduların iyice artması üzerine Clara ve erkek kardeşi
Victor’u alıp kocasını terk etmiş, baba evine gitmiş. Clara beş yaşına girince
mahkeme kararı ile annesinden ayrılıp babasının yanına dönmüş.
Clara dört yaşından itibaren
piyano dersleri almaya başlamış. Anne baba ayrıyken de piyano eğitiminden
kopmamış. Baba bir yandan da kızına sıkı bir müzik eğitimi verirken, kente
gelen ünlü sanatçıların konserlerini takip ediyormuş. Beethoven’in bestelerinin
heyecanla beklendiği, Rossini, Schubert ve Weber gibi bestecilerin en yeni eserlerinin
seslendirildiği yıllar. Clara yedi yaşında Beethoven’in bir senfonisini konser
salonunda dinliyor. Fredrick Wieck kızının müzik eğitimini onun adına tuttuğu
bir günlükle günü gününe kayda geçiriyor.
Clara sekiz yaşındayken piyanoda
bir konçertoyu seslendirecek düzeye geliyor. 9 Eylül 1927’de evinde davetliler
önünde yaylı çalgılar dörtlüsü eşliğinde bir konser veriyor. 1828’de kentin
tanınmış bir ailesinin evinde verdiği konserle müzik çevrelerinde tanınmaya
başlıyor. O gece konuklar arasında henüz on sekiz yaşında olan Robert Schumann
da vardır. Robert, hukuk okumak üzere üniversiteye kaydolmak için Leipzig’e
gelmiştir ve esas arzusu edebiyat ve müzikte kendini geliştirmektir.
Robert, birkaç ay sonra piyano
eğitimi almak istediğinde kendisine önerilen tek isim olan Fredrick Wieck’in
kapısını çalacak ve Clara ile tanışacaktır. Kısa sürede Robert aileden biri
gibi olur ve Clara onu bir ağabey gibi benimser.
20 Ekim 1828’de Clara, Leipzig’in
Dünyaca ünlü konser salonu Gewandhaus’ta bir konserin sanatçılarından olur. Bu
müzik dünyasında tanınma yolunda çok önemli bir adımdır. Çok alkış alır ve
ertesi gün gazetelerde adı anılır. Bundan sonra konser teklifleri ard arda
gelecektir.
Robert Schumann, 8 Haziran 1810
doğumlu. Bir kitapçının oğlu. Her zaman kitaplarla ve müzikle içiçe olmuş.
Babasının kitaplığındaki Lord Byron gibi yazarların romantik kitaplarını
okuyarak, piyano dersleri alarak büyümüş. Uzun süre şairlikle bestecilik
arasında kararsız kalmış. Fredrick Wieck’den piyano dersleri alırken bir yandan
da müzik üzerine yazılar yazmaya başlamış. Daha sonra elindeki bir sakatlık
nedeniyle sürekli piyano çalamaz hale gelince hayatını besteler yaparak ve
müzik üzerine yazarak sürdürmeye karar vermiş. Dönemin en önemli müzik dergilerinden
“Neue Zeitschrift für Musik”i on yıl boyunca hem yayınlamış, hem de
başyazarlığını yapmış.
Schumann, romantizmin sanatçısı.
Hatta insanı. Novalis, Schiller, Goethe, Jean Paul gibi ünlü romantiklere
hayran. Romantizmin ünlü yazarları ile tanışmak için yollara düşüyor. Çoğuyla
tanışıp dostluk ediyor. Onların edebi eserleri bestelerinin kaynağı oluyor. Bir
çok romantik şiiri besteliyor. Bir yandan da roman denemelerine girişiyor.
Duygularıyla, düş gücüyle yaşıyor.
Eserler üretiyor. Aşklar hayatını belirliyor. Daha sekiz yaşındayken bir sınıf
arkadaşına aşık oluyor, ona şiirler yazıyor. Aşkına karşılık buluyor,
öpüşüyorlar. İlk gençlik çağlarından itibaren aşklar yaşamının ve sanatının yol
göstericisi oluyor. Kolayca seviyor, tutkuyla bağlanıyor. Aynı anda iki genç
kıza birden gönül verdiği bile oluyor. Annesi yaşındaki kadınlara da kendinden
çok genç kızlara da tutuluyor.
Heidelberg’de bir süre yaşadıktan
sonra 1803’da Leipzig’e dönen Robert, pansiyoner öğrenci olarak Wieck’lerin
evine yerleşiyor. Clara bu arada iyice tanınmış, tek başına konser verecek
düzeye gelmiştir. Babası ile birlikte Almanya’nın çeşitli kentlerine turneye
çıkar, Paris’te konserler verir, “harika çocuk” olarak ünü yavaş yavaş tüm
Avrupa’ya yayılmaya başlar.
Clara’nın yaşamı, on beş
yaşındayken Robert Schumann’la ağabey kardeş ilişkisi aşka doğru evrilince
değişecektir. Clara ile Robert’in ilişkilerindeki değişim, hayatını kızının
ünlü bir piyanist olmasına adayan, otoriter ve disiplinli baba Fredrick
Wieck’in dikkatinden kaçmaz. Wieck, aşk ilişkisinin kızının kariyerini olumsuz
etkileyeceğini düşündüğünden olsa gerek görüşmelerini yasaklar. Uzun turnelerle
iki gencin kopmasını sağlamaya çalışır. Ama ilişki sürer ve gençler gizlice
nişanlanır. Clara ile Robert’in evlenmeleri de baba Wieck’in direnişi nedeniyle
çok güç olur ve ancak mahkeme kararıyla evlenmeyi başarırlar. Robert’in akıl
hastanesinde ölümü ile sonlanan on altı yıllık evliliklerinde Clara on
hamilelik yaşamış, sekiz çocuk doğurmuştur. Daha ilk çocuktan itibaren
Clara’nın müzik yaşamı doğal olarak etkilenir. Ama Clara güçlü iradesi ile hem
çocuklarını büyütecek, hem müzik kariyerini sürdürüp besteler yapmaya devam edecek
hem de hızla hastalanan kocasının besteci olarak tanınmasına destek olacaktır.
İki büyük müzisyenin evliliğinde
umulduğu gibi Clara gölgede kalmaz. Aksine Robert, kariyerinin doruğunda olan
karısının başarısından ve onun düzeyinde besteler yapamamasından şikayetçidir.
Çünkü o henüz pek tanınmayan bir bestecidir ve eserlerini ancak karısı icra
ettiğinde müzik çevrelerine duyurabilmektedir. Son yıllar hariç evlilikleri
boyunca evi geçindiren de Clara olmuş. Clara’nın harika çocuk olarak sekiz
yaşında başlayan müzik kariyeri büyük başarılarla 60 yıl sürüyor. Bugün
Clara’yı Robert Schumann’ın karısı olarak anıyorsak bu bizim kusurumuz.
Clara ve Robert Schumann, Berlioz,
Chopin, Çaykovski, Dvořák, Liszt, Mendelssohn, Paganini, Wagner gibi çok önemli
bestecilerin ürün verdiği bir “altın çağ”da yaşamışlar. Bu bestecilerle
aralarında hem büyük bir rekabet hem de dostluk gelişmiş. Birbirlerine destek
olmuşlar. Schumann’lar da birçok müzisyeni evlerinde konuk etmiş, eğitmiş, eserlerini
icra ederek ya da birlikte konserler vererek tanınmalarını sağlamış. Bunlardan
biri de Brahms. Brahms, Clara ve Robert Schumann’ın öğrencisi, hayranı ve
nihayetinde Clara’nın aşığı. Bu aşk ne kadar karşılık buldu, platonik düzeyde
mi kaldı tam net değil ama yazıya döküldüğü, mektuplarda açıkça ifade edildiği
görülüyor. Mektuplara bakılırsa pek de karşılıksız değil.
Romantizmin Işığı Clara 604 sayfalık bir dev eser. Aydın Büke,
Clara Schumann’ın hayatını mektuplar, anılar ve çoğu birinci elden belgelerle
adeta günü gününe yazıya dökmüş. Clara’nın hayat öyküsünü okurken Schumann’ın
ve Brahms’ın hayatlarını da, klasik müziğin çok önemli bir döneminin, romantizm
akımının ayrıntılı öyküsünü de öğreniyoruz. Örneğin aralarındaki müzikal
farkları bilsek de List-Wagner ve Schumann-Brahms ekolleri arasındaki
mücadeleyi ayrıntısıyla okuyoruz. Dönemi incelemek isteyen akademisyenler ve
müzik meraklıları açısından çok önemli bir çalışma olsa da benim gibi sıradan
bir okur ve müzik meraklısı için gereğinden uzun bir metin olduğunu
söylemeliyim. Bir süre sonra konser ve turne hikayeleri birbirine karışıyor.
Bunlardan en önemlilerini anlatmak yeterli olurdu diye düşünüyorum.
Aydın Büke, türkçede hemen hiç
örneğine rastlamadığımız, dünya müzik literatünde de örneği az bulunur bir
çalışma yapmış. Clara Schumann’ın hayat öyküsü “Schumann, Brahms ve 19’uncu
yüzyıl Avrupası’nda klasik müziğin öyküsü”ne dönüşmüş. Sadece müzik
meraklılarına değil insani unsuru ihmal etmeyerek edebiyatseverler için de
ilgiyle okunacak bir biyografi ortaya çıkmış.
10.05.2012
Salı, Mayıs 22, 2012
Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan
"Emine" Sevgi Özdamar
türkçeye yeni çevrilen romanı Tuhaf
Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan’da (2012, çev. Fikret
Doğan, İletişim yay.) 70’li yıllarda hayatı Doğu ve Batı Berlin arasında geçen
genç bir tiyatrocu kadının yaşadıklarını anlatıyor.
"Emine" Sevgi Özdamar, otobiyografik
nitelikler taşıyan Berlin - İstanbul üçlemesi bu kitapla geç de olsa
tamamlanmış oldu. Daha önce ilk iki cilt Hayat
Bir Kervansaray (1993, Varlık yay.) ve Haliçli
Köprü (2010, Turkuvaz Kitap) yayımlanmıştı.
Wedding-Pankow 1976/77 alt
başlığını taşıyan roman adını Else-Lasker Schüler'in bir dizesinden alıyor. İlk
bölümde anlatıcı geriye dönüşlerle İstanbul'dan Berlin'e gelişini, Batı
Berlin’e yerleşmesini ve Doğu Berlin’deki Volksbühne’de iş bulmasını anlatıyor.
12 Mart askeri darbesi ertesinde Türkiye’de siyasi havanın ağırlığından bunalan
genç kadın boşandığı kocasıyla bağını koparamayacağını, onu hala sevdiğini
anlayınca Berlin’e gidip tiyatro okumaya karar verir. Niyeti Volksbühne’nin
genel müdürlüğünü yapmakta olan Brecht'in öğrencisi Benno Besson’u bulup
asistanı olmaktır. İstanbul’da raslantı sonucu sonucu yolda tanıştığı İsviçre’de
yaşayan Josef’in desteği ile aldığı tavsiye mektubunun sayesinde hemen misafir
asistan olarak işe alınır.
Doğu Alman vizesini beklerken
gündüzleri metroyla üç durak ötedeki Doğu Berlin’de Brecht’in “Sezuan’ın İyi
İnsanı” oyununa ait eski prova notlarını inceleyerek zamanını geçirir akşamları
Batı Berlin’e döner. Batı Berlin Demokratik Almanya sınırları içinde küçük bir
ada gibidir. Dört bir yandan kuşatılmıştır ve orada yaşayanlar bu
kuşatılmışlığın ruh haliyle yaşamaktadır. İki ideolojinin (sosyalizm ve
kapitalizm) soğuk savaşının birebir yaşandığı bir laboratuvar gibidir. Vizeyi
beklerken kaldığı ve 7 kişiyle paylaştığı ortak ev de feminizm, anarşizm gibi Berlin’deki
en yeni siyasi gelişmelerin yansımalarını taşıyan niteliktedir. Üç ay sonra
Doğu Almanya vizesi çıkar ve Doğu Berlin’de yaşamaya başlaması ile birlikte ilk
bölüm biter.
İlk bölümde metin Schüler'in
dizelerinin yanında Kavafis’ten şiirler ve zamanın ruhunu yansıtan gazete
başlıkları, Brecht tiyatrosu hakkında notlar ve çizimlerle birlikte gelişiyor.
Daha önce Özdamar hakkında yazarken “Özdamar'ın farkı anlatımında. Kendine has,
gerçeküstü dille yoğrulan, tekrarlarla gelişen, şıkır şıkır akan bir anlatımı
var. Tüm roman masalsı ama gerçekçi bir dille gelişiyor” demiştim. Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini
Kırpmadan’ın ilk bölümünde bu havayı pek bulamıyoruz. Bir roman görünümünde
olsa da ve sözünü ettiğim epik unsurlarla bezense de bir anlatıdan çok bir anı
kitabı okuduğumuz hissi uyanıyor. İkinci bölümde ise anlatıdan tamamen
uzaklaşıyor yazar ve 1 Nisan 1976 – 13 Ocak 1978 arasında yazılmış bir günlüğü
okuyoruz. Kısa ve öz anlatımlı diliyle ayrıntılara, tahlillere girmeyen bir
günlük bu. Özdamar kolayca trajik olabilecek bir öyküyü ironik bir dille, akıcı
bir anlatımla okunur bir hale sokmuş.
Anlatıcı Heiner Müller’in “Köylüler”inde
misafir asistan olarak görev alır. Bu oyun Doğu Almanya’nın 1946’daki halini
yansıtmaktadır ve mevcut bürokratik düzeni tartışmak açısından oldukça uygun
bir metindir. Vizesini kaybetmemek için altı ay boyunca kalacağı Doğu Berlin
her şeyiyle Batı Berlin’in tamamen zıttıdır. Batı Berlin kapitalist tüketim
toplumunun tüm özelliklerini taşıyan, aynı zamanda karmaşık ve tüm özgür
düşüncelere açık bir yerdir. Doğu Berlin yokluğun hayat biçimi halin aldığı,
düzenin ve kontrolün hakim olduğu bir şehirdir. Anlatıcı günlerini sahnelenmeye
hazırlanan oyunun çalışmalarında geçirir. Gördüklerini, yaşadıklarını not
alırken oyunun prova akışını notlar ve çizer. Bu bölümü bir romanın bölümünden
çok bir tiyatrocunun Doğu Berlin’deki günlük ve sanat yaşamını günü gününe
izlemek, Brecht geleneğini sürdüren bir tiyatronun bürokratik bir düzene rağmen
nasıl ilkelerine bağlı kalarak çalıştığını ve Brechtçi anlayışla bir oyunu
sahnelemenin nasıl olduğunu anlamak açısından ilgi ile okuduğumu söylemeliyim.
"Emine" Sevgi Özdamar’ın
Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar
Gözlerini Kırpmadan’ı arka kapakta yazıldığı gibi “Çokça komik, bazen
ironik... Ama hep sanatla ve hayatla dolu” bir kitap.
03.05.2012
Lanet Olsun Zaman Nehrine
Norveçli yazar Per Petterson'un
son romanı Lanet Olsun Zaman Nehrine
(Şubat 2012, çev. Aslı Biçen, Metis yay.), adını Mao’nun bir dizesinden alıyor.
Romanın kahramanı Arvid Jansen üç kayıbı aynı zamanda yaşamaktadır. Annesinin
kanser olduğunu bir süre sonra öleceğini öğrenmiştir, karısı boşanmak
istediğini bildirmiştir ve inanmış bir Maocu olarak demir perdenin yıkılıp
sosyalist sistemin çöküşüne şahit olmaktadır.
Arvid annesinin doğum yerine,
Danimarka’daki küçük bir tatil kasabasına yolculuğuna eşlik ederken aile
ilişkilerini, aşk hayatını ve uğruna yaşam biçiminden fedakarlık ettiği
inançlarını düşünür, tartışır.
Arvid’in annesi sert, katı,
disiplinli, sevgisini kolay belli etmeyen biri. Bu nedenle Arvid’in çocukluk
çağları anne şefkatini arayarak geçmiş, onun eksikliğini tüm yaşamı boyunca
hissetmiş, belki de bu nedenle “hep tereddüt eden, hep bocalayan bir adam”. Her
sözü, davranışı ince ince düşünüyor, kılı kırk yarıyor ve bu ruh haliyle
kuşkusuz çevresindekileri de tedirgin ediyor. Karısının iki çocuktan, onca
yıllık evlilik hayatından sonra boşanmaya karar vermesinde Arvid’in kişisel
yapısının büyük etkisi olduğunu anlıyoruz. Karısıyla sevgi bağı kuramıyor,
duygularını tam olarak ifade edemiyor. Kitabın arka kapağındaki “Arvid’in
hikayesi her şeyden önce, duyguların bastırıldığı ve ilişkilerin mesafeli olduğu
bir ortamda içindeki yoğun duyguları ifade etmeye, mesafeleri aşmaya çalışan
bir adamın yaşadığı hüsranın hikâyesi” sözleri romanı tam olarak özetlemiş.
Danimarka’da buz gibi bir
sonbahar havasında titreyerek, çağrışımlarla gelen anılarla hayatını parça
parça gözden geçiriyor Arvid. Bir fabrika işçisi olmasına rağmen oldukça
kültürlü biri olan, iyi kitaplara, kaliteli filmlere meraklı annesinin aslında
Arvid’in rol modeli olduğunu anlıyoruz sayfalar ilerledikçe. Arvid de annesi
gibi inançları için hayatının yönünü değiştirmiştir. Sosyalist düşünceye
bağlanınca Mao’nun öğretisine uyup üniversite öğrenimini terk edip bir matbaada
işçi olarak çalışmaya başlamış, hayatını parti çalışmaları ve matbaa arasında
geçirmeye başlamıştır. Hayatındaki belki de tek iyi şey de o günlerde karısıyla
tanışıp aşık olmasıdır. İnançlarına olduğu gibi sevgilisine de tutkuyla
bağlanır. Hayatına onlar dışında bir şey koymaz.
Arvid, annesinin kendisine uzak
durmasında üniversiteyi terk etmesinin etkisi olduğunu düşünür. Ama biz okur
olarak Arvid’in erkek kardeşini genç yaşta ölümünün anneyi derinden
etkilediğini anlarız. Anne, İkinci Dünya Savaşı’nın derin acıları ile
büyümüştür ve evlat acısını da aynı olgunlukla içine gömmüş, sert tavırlarıyla
acısını perdelemeye çalışmıştır.
Per Petterson Lanet Olsun Zaman Nehrine’de bir trajedi
yazmıyor ama acıyı çok sade, hatta ekonomik bir dille ve çok güçlü bir
anlatımla yazıya geçiriyor. Yaptığı betimlemeler olmasa cümleleri kısa ve ilk
bakışta düz anlamlı. Tıpkı kahramanlarının soğuk ve uzak hallerini yansıtacak
biçimde... Ama sayfalar ilerledikçe o düz anlatımın içerdiği anlam güçleniyor
ve yoğun bir duygu yaratıyor. Pek merak unsuru içermemesine, ilk satırından
sonunda ne olacağı belli olmasına rağmen o insanların ruh halini kavradığınızı
hissediyor, anlatıya kapılıyorsunuz.
Arvid’in yaşadığı içhesaplaşma
annesini de doğru anlamasını sağlıyor. Ana oğul belki de hayatlarında ilk defa
birbirlerine sevgilerini iletme, aktarma olanağı buluyor. Birbirlerini
anlıyorlar.
Hem işlediği konuyla, hem
anlatımıyla, hem de okurunda yarattığı ruh haliyle Lanet Olsun Zaman Nehrine, iyi bir roman. İyi edebiyata hasret
kaldım diyenlere öneririm. Per Petterson’un türkçede yayımlanmış At Çalmaya Gidiyoruz’unu (2008, Metis
yay.) ve tabii çevrilmemiş eserlerini merak etmemek mümkün değil.
03.05.2012
Cuma, Mayıs 18, 2012
Öfke
Philip Roth Öfke’de (Mart 2012, çev Şeyda Öztürk, Yapı Kredi yay.) 1951’de Kore Savaşı sırasında, Ohio’da
Winesburg Üniversitesi’nde okuyan dürüst, ahlaklı, çalışkan ve yalnız öğrenci Marcus’un
öfkesine kapıldığında başına gelenleri anlatıyor. Marcus’un tek amacı okulu
birinci olarak bitirip Kore Savaşı’na gitmemek ve ölmekten kurtulmaktır. Bu
amaçla okul arkadaşlarıyla hiç ilişki kurmadan, sosyal etkinliklere katılmadan
sürekli ders çalışmaktadır. Ailesinin tek çocuğudur. Babasının okulunu
bitiremeden başına bir şey geleceği korkusuyla aşırı ilgisinden ve baskısından
kurtulmak amacıyla evinden çok uzaktaki muhafazakâr ve displinli bu okula
gelmiştir. Babası koşer et satan bir Yahudi kasaptır. Oğullarını evden uzakta
okutmaya maddi durumları uygun olmadığı için anne de babayla çalışmaktadır.
Marcus, ailesi üzerindeki yükünü biraz azaltmak için hafta sonlarında garsonluk
yapar.
Marcus’un steril hayatını tarih
derslerinde yanında oturan ama ancak bir gece kütüphanede rastlayınca alıcı
gözle bakabildiği ve güzelliğinden hemen etkilendiği Olivia değiştirir. “O gün
tam iki saat boyunca onun saçının ayrığını ve bacaklarını sürekli birbirine
sürtüşünü seyrettim. (...) O kendini ödevine vermişti, ben ise 18 yaşında bir
oğlanın aklıyla elimi onun eteğinin içine sokma arzusuna...” diye anlatır.
Hiçbir kötü alışkanlığı olmayan, kurallara bağlı bu genç sürekli bastırdığı
cinsel arzularına yenilmiştir. 50’li yılların aşırı ahlakçı havasında karşı
cinsten iki öğrencinin flört etmeleri ya da masumane cilveleşmeleri bile mümkün
değilken Olivia daha ilk buluşmalarında ona cinsel doyumu tattırır.
Marcus çok hoşlanmasına rağmen okuldan atılırım korkusu ve aşırı ahlakçı bakış açısı ile patavatsızlık eder Olivia’nın kalbini kırar. Olivia’yı küstürerek kazasız belasız okulu birincilikle bitirme hedefinden kopmayacaktır. Ama arzularını bastıramaz ve okulda birçok öğrenciyle ilişkiye girdiğini, alkolizm tedavisi görüp bileğini keserek intihara teşebbüs ettiğini öğrenmesine rağmen kendini affettirmek için Olivia’ya mektuplar yazar.
Marcus çok hoşlanmasına rağmen okuldan atılırım korkusu ve aşırı ahlakçı bakış açısı ile patavatsızlık eder Olivia’nın kalbini kırar. Olivia’yı küstürerek kazasız belasız okulu birincilikle bitirme hedefinden kopmayacaktır. Ama arzularını bastıramaz ve okulda birçok öğrenciyle ilişkiye girdiğini, alkolizm tedavisi görüp bileğini keserek intihara teşebbüs ettiğini öğrenmesine rağmen kendini affettirmek için Olivia’ya mektuplar yazar.
Olivia mektuplara cevap vermez
ama apandisiti patlayıp hastaneye kaldırıldığında uzun yolu göze alıp Marcus’u
ziyarete gelir ve hastane odasında ona yine cinsel doyumu yaşatır.
Philiph Roth, birinci tekil şahısla
ve düz, kronolojik anlatımla olayları hikaye ederken birden araya girer ve Marcus
kısa bir süre sonra öleceğini açıklar. Marcus olayları öldükten sonra
anlatmaktadır. Bu açıklama anlatının inandırıcılığından okuru kopartır. Roth
sonradan da olaylar hakkında bu tür önbilgilendirmeler yapar nedense.
Marcus’un kitaba adını veren
öfkesine öğrenci işleri dekanının niye sürekli oda değiştirdiği, arkadaşlarıyla
bir sorunu mu olduğunu sormak için çağırdığında şahit oluruz. Dekana gidene
kadar sessiz sakin, sadece dersleriyle ilgilenen bir öğrenci olarak tanıdığımız
Marcus’un aslında okulla, yaşamla, inanç sistemiyle ilgili birçok keskin
eleştirisi olduğunu anlarız. Din ayrımı gözetmeden tüm öğrencilerin Kiliseye
gitmeye zorlanmasını ve kiliseye devamın notları etkilemesini eleştirirken
Bertrand Russell’ın “Neden Hıristiyan Değilim” başlıklı konuşmasından
alıntıladığı dine karşı ateist bir söylev çeker tutucu dekana. Az sayıdaki
Yahudi öğrencinin oluşturduğu öğrenci birliğine de katılmamıştır çünkü din ya
da ırk temelinde yapılan ayrımlara karşıdır ve bu tip birlikleri zaman kaybı
olarak görmektedir.
Olivia’nın hamile kalıp sinir
krizi geçirerek hastaneye kaldırılması, odasının basılıp darmadağın edilmesi ve
bir kartopu savaşının kız öğrencilere yönelik bir isyana dönüşünün ardından
eski oda arkadaşının kaza sonucu ölümü gelişmeleri hızlandırır. Kiliseye
gitmemek için hile yaptığı anlaşılan Marcus’a ancak kurallara uyarsa okulda
kalabileceği bildirilir. Marcus da öfkelenerek okuldan ayrılır Kore’ye savaşa
gider ve Roth kısa bir bölüm yazarak
hızlıca romanı sonlandırır.
Philiph Roth’un diğer eserlerinde olduğu gibi 2008’de yayınlattığı Öfke’nin de otobiyografik özellikler
taşıdığı belirtiliyor. Romanın kahramanı Marcus yazarla aynı yaşlarda ve yazar
gibi çocukluğu Newark’ta geçmiş. McCarthy döneminin ırkçı, aşırı sağcı, tutucu anlayışının
egemen olduğu dönemde gençliğini yaşamış. Öfke
yapısal sorunlar içerse de 50’li yılların aşırı ahlakçı bakışının, baskıcı aile
ve okul yapısının insanları, özellikle gençleri nasıl belirlediğini Marcus
örneğinde çarpıcı olarak örnekliyor. 26.04.2012
Sen ve Ben
İnsanlarla ilişki kurmayı,
arkadaşlık etmeyi sevmeyen, hep yalnız kalmak isteyen on dört yaşında bir gencin
arkadaşlarımla kayak yapmaya tatile gideceğim deyip oturdukları apartmanın
bodrumuna gizlenmesi ile gelişen olayları anlatıyor Niccolo Ammaniti Sen ve Ben’de (Nisan 2012, Şemsa Gezgin,
Can yay.).
Roma'lı, varlıklı bir ailenin
çocuğu Lorenzo’ya dadısı “Lorenzo, sen kaktüsler gibisin, hiç kimseyi rahatsız
etmeden büyüyorsun, biraz su, biraz da ışık yetiyor sana,” dermiş. İlk ve orta
okulu, varlıklıların gittiği özel okullarda olabildiğince az diyalogla, hiç
arkadaşlık etmeden, kendini soyutlayarak geçirmeyi başarıyor.
Sonunnda annesi ve babası Lorenzo’nun
aşırı asosyalliğinin farkına varıyor. Gittikleri doktor, çocuğun narsistik bir
rahatsızlığı olduğunu, başkalarına karşı empati duymadığını söylüyor. “Kendi
sevgi çemberi dışında kalan hiçbir şey, onda herhangi bir duygu
uyandırmıyormuş. Özel bir insan olduğuna ve yalnızca onun gibi özel insanların
kendisini anlayacağına inanıyormuş” diye anlatıyor annesi. Babası onu her
kesimden çocuğun devam ettiği bir devlet okuluna verince kendini “cehennem”de
buluyor Lorenzo. Bu hareketli ve heyecanlı kalabalıkta kendini soyutlayaması
mümkün değil. Onlar gibi giyinip, onlar gibi davranırsa kalabalıkta fark
edilmeyeceğini anlıyor. Annesi ile babasının dikkatlerini üzerinden çekmek için
de bir arkadaş grubuna dahil olduğunu yalanını söylüyor. Yalnız bir hafta
geçirme planını da bu hayali arkadaş grubu ile kayak yapmaya gidecekleri
yalanını söyleyerek hayata geçiriyor.
Oturdukları apartmanın bodrum
katını bir hafta geçirecek şekilde donatıyor; Yiyecek, içecek, gerilim
romanları, çizgi romanlar, playstation... Her şey hazırdır. Planı hayata geçirip
bodrum katına kimseye hissettirmeden yerleştikten kısa bir süre sonra 23
yaşındaki üvey ablası Olivia geliyor ve Lorenzo’yu sığınağında buluyor.
Olivia uyuşturucu madde
bağımlılığından kurtulmak için arkadaş çevresinden kaçmış, sığınmak için pek
görüşmediği babasının evinin bodrumunu seçmiştir.
Daha önce birlikte hemen hiç
vakit geçirmemişlerdir. Birbirine yabancı sayılabilirler. Bu nedenle aralarında
abla – kardeş ilişkisi gelişmemiştir. Onları buluşturan ve kader birliği
etmelerine sebep olan yalnız kalabilmek için herkesten uzak bir yere
sığınmalarıdır.
Lorenzo başlangıçta üvey ablanın
varlığından hiç hoşlanmasa da zamanla Olivia’yı reddetmiyor. Olivia’nın
uyuşturucu ile mücadelesinde yaşadığı sıkıntılar, ilaç ihtiyacı gibi gelişmeler
de birlik duygusunu güçlendiriyor.
Bodrum katındaki varlıklarını
farkettirmemek, annesinin Lorenzo’nun yalanını anlamaması için oyunlar kurmak
gibi güç birliği yapmayı gerektiren durumlar aralarındaki bağı güçlendiriyor.
Lorenzo hiç tanımadığı ablasını bir dost olarak benimsiyor. Bağlanıyor ve
seviyor. Böylece Lorenzo’nun aslında karşılık bulabilse arkadaşlık
kurabileceğini de anlamış oluyoruz. Bir kişisel bozukluğu, hastalığı yoktur.
Daha önce de “hayali” kayak tatiline davet edilse o çocuklarla arkadaşlık edebileceğini
ima etmiştir. Onun sorunu arkadaşlık ya da ilişki kurarken talep edenin kendi
olamamasıdır. Büyükannesi ile kurduğu arkadaşça ilişki de bunun bir örneğidir.
Olivia ise onun tam tersi bir
konumdadır. Anne- baba sevgisinden yoksundur, kendi ayakları üzerinde kalmak
zorundadır ve sevgi yoksunluğunu yanlış arkadaş çevrelerine katılıp
uyuşturucuya sığınarak karşılamaya çalışmıştır. Romanın en etkileyici bölümlerinden olan babasına
yazdığı mektupta tüm bunları açıkça ifade eder.
Sen ve Ben yüz sayfalık kısa bir anlatı. Ammaniti’nin anlatımı da
oldukça sade ve akıcı. İki ana karakter, tek mekan, az ve öz sözle oldukça
etkileyici ve üzerinde düşünülecek bir metin ortaya çıkarmış. Eserlerinde
çocukluk ve gençlik çağlarını yaşayan yoksul insanları anlatmasıyla tanınan
Ammaniti’nin geçtiğimiz on yılın parlayan yazarı olarak tüm Dünyada ilgi
görmesinde de kuşkusuz bu nitelikleri var.
26.04.2012