Perşembe, Ocak 21, 2016
“Zihinler intibak yetenekleri olan, kurnaz şeylerdir”
Tom McCarthy’nin “Kalan”ının kahramanı başına gelenleri “Kaza
hakkında çok az şey söyleyebilirim. Hatta neredeyse hiçbir şey.
Gökyüzünden düşen bir şeyle ilgiliydi. Teknoloji işte. Parçalar marçalar.
O kadar, gerçekten: Bütün söyleyebileceğim bu kadar. Farkındayım, çok
fazla bir şey değil. Çekindiğimden falan değil. Sadece… Her şeyden
önce, olayı hatırlamıyorum bile. Bomboş: Beyaz bir sayfa, kara bir delik”
diye anlatıyor.
Nasıl olduğunu bile bilmediği bu kaza sonrasında beyninin
bazı bölümlerinde hasar oluşuyor ve uzun bir tedavi süreci geçiriyor. Tedavi
sonunda tamamen iyileştiği de söylenemez.
İyileşme evresinde hareket etmeyi, yeniden yürümeyi
öğreniyor. Gündelik hayatta yaptığımız son derece sıradan ve basit görünen
hareketlerin, örneğin çatalla bir lokma yemek yemenin bile dikkat ve bilgi
gerektiren bir dizi harekete bağlı olduğunu anlıyor. En küçük hareketin ve bir
anın bile bir düzeni var. Her şeyi yeniden öğrenmesi gerekiyor. “Yeniden
Yönlendirmek” adlı bu tedavi sırasında kendisini bir filmde rol alan bir
oyuncudan bile daha fazla hayali bir kişi olarak hissediyor.
Geçmişini hatırlaması da kolay olmuyor. Hafızasında
boşluklar var. Yavaş yavaş hafızasını geri kazanıyor ama bunların ne kadarını
gerçekten yaşadığını ne kadarının belleğinin ürünü olduğunu, yani bir filmden
kalmış bir görüntü ya da başka birinin anlattığı anısı olduğunu bilemiyor.
Bu arada kafasına ne olduğunu bilmediği şeylerin düşmesine
sebep olan şirketten başına gelen kazayı anlatmaması koşuluyla çok büyük bir
tazminat kazanıyor; 8,5 milyon sterlin. Bir arkadaşının verdiği ev partisi
sırasında girdiği banyonun duvarında gördüğü bir çatlak bir dejavu hissine
kapılmasına yol açıyor. O anı, o anın yaşandığı apartmanı yeniden canlandırmaya
karar veriyor. Kazandığı parayı yaşamında eksikliğini hissettiği anları,
görüntüleri yeniden canlandırmaya harcıyor.
Bu yeniden canlandırmada “Yeniden Yönlendirmek” adlı
tedaviye benzer bir yöntem kullanıyor. Yeniden canlandırma en küçük ayrıntısına
dek kafasındaki görüntülerle bire bir aynı olacaktır. Banyo duvarındaki çatlak,
kızaran ciğer kokusu, alt kattan gelen piyano sesi, avludaki motorsiklet tamiri,
karşı binanın çatısındak kediler... Aynı
apartman, aynı eşya, aynı komşular ve aynı sesler, hatta kokular... Zor ve
masraflı bir iş. Ama para varsa, doğru kişiler bulunursa gerçekleştirmek
mümkün.
O an parçasını tekrar tekrar canlandırtıp içinde yaşarken
büyük bir huzur ve mutluluk duyduğunu fark ediyor. Başka anları da
canlandırtmaya başlıyor. Hatta çevrede yaşanan ve şahit olmadığı olayları
yeniden canlandırtmaya kadar vardırıyor işi.
“Kalan” (Aralık 2015, çev. Çiğdem Erkal İpek, Jaguar Kitap) Tom
McCarthy'ye edebî şöhretini kazandıran romanıymış. Romanın yayınlanışının da
yazarının da ilginç öyküleri var.
Tom McCarthy’nin adını geçen yıl Türkçe’de yayımlanan “C” (Notos yay.) ile duyduk. 1969’da Londra doğumlu. Biyografisinde “romancı”, “yazar” ve “artist” olduğu yazıyor. İngiliz edebiyatı öğrenimi görmüş. Bir süre Prag’da ve Berlin’de yaşamış. Çıplak modellik, garsonluk, aşçılık gibi işler yapmış. Yemek ve restoran eleştirileri, televizyonlar için metinler yazmış ve yardımcı editörlük görevinde bulunmuş. “Kalan”ı yazarken kurduğu INS (International Necronautical Society) de ilginç bir kuruluş. Manifestosu “ölüm” kavramı üzerine. Sanırım bu derneğin aktivitelerinin “Kalan” romanıyla bağları da var. Tom McCarthy'nin romandaki gibi canlandırmalar yapan bir performans sanatçısı olduğu da belirtiliyor.
Tom McCarthy’nin adını geçen yıl Türkçe’de yayımlanan “C” (Notos yay.) ile duyduk. 1969’da Londra doğumlu. Biyografisinde “romancı”, “yazar” ve “artist” olduğu yazıyor. İngiliz edebiyatı öğrenimi görmüş. Bir süre Prag’da ve Berlin’de yaşamış. Çıplak modellik, garsonluk, aşçılık gibi işler yapmış. Yemek ve restoran eleştirileri, televizyonlar için metinler yazmış ve yardımcı editörlük görevinde bulunmuş. “Kalan”ı yazarken kurduğu INS (International Necronautical Society) de ilginç bir kuruluş. Manifestosu “ölüm” kavramı üzerine. Sanırım bu derneğin aktivitelerinin “Kalan” romanıyla bağları da var. Tom McCarthy'nin romandaki gibi canlandırmalar yapan bir performans sanatçısı olduğu da belirtiliyor.
Tom McCarthy'ye ilk romanı “Kalan”ı 2001’de yazmış
ama İngiltere’deki önemli yayınevlerinin neredeyse hepsinden red cevabı almış. 2005’te
Paris’teki Metronome Press yayımlamış kitabı. Küçük bir yayınevi olan
Metronome Press romanı kitabevlerine dağıtamadığı için “Kalan” sadece
galerilerde ve müzelerde satışa sunulabilmiş. Yayınlanışından birkaç ay
sonra hakkında çıkan olumlu bir tanıtım yazısı ile
eleştirmenlerin dikkatini çekmiş. Önemli eleştirmenler romandan övgüyle
bahsedince İngiltere’de ve Amerika’da büyük yayınevleri
tarafından yayımlanmış ve iyi bir satış yakalamış. Sonra da on dört dile
çevrilmiş.
“Google çağının Kafka’sı” diye bile niteleyenler var Tom
McCarthy’i. Yani her yeni ve başarılı yazarı Kafka’ya benzetme alışkanlığı
sadece bize mahsus değil, İngilizler’de Kafka benzetmesini seviyor. “Kalan”
Kafkaesk bir roman değil. Rahat bir anlatımı olan akıcı bir roman. Zor okunan
bir roman değil ama zor anlaşılır bir roman diyebiliriz. Zor okunsaydı sanırım
bu kadar çok satmaz, bu kadar dile çevrilmezdi. Bu akıcılığın içinde yazarın
yaptığı göndermeleri, tartışmaya açtığı feslefi kavramları da kaçırmak ya da
gözardı etmek mümkün.
Tartışmaya açtığı temel sorun da “gerçeklik”. Kahramanının
yaptırıp içinde yer aldığı yeniden canlandırmaları ayrıntılı bir şekilde
anlatıp en küçük yanlışlık ya da aksaklığın gerçeklik duygusunu nasıl
etkileyeceğini gösteriyor. Gerçek diye gördüğümüz, bildiğimiz olayların,
anların, anıların ne kadar gerçek ne kadar yeniden canlandırma olduğunu
düşündürüyor. “Dejavu” diye bir şey varsa ve bu insanın belleğinde
gerçekleşiyorsa hayatta da bazı olayları, anları yeniden canlandırmak mümkün. Romanın
psikanalitik bakışla okunup çözümlenmesi de ilginç sonuçlar verecektir. Ömer Türkeş’in
bana kitabı merak ettirip aldıran yazısında da alıntıladığı gibi “Kalan”ın
kahramanı “Benim peşinde olduğum gerçeklik insanın sadece öyle “yapıp” sonra da
“oldu” diyebileceği bir şey değildi: Bu bir haldi, bir mertebe. Tekrar ve
tekrar ve tekrar dönebileceğim bir hal...” diyor.
Tom McCarthy ilginç bir romancı, yazdıkları da üzerine konuşmaya değer.
Türkçedeki diğer romanı “C”yi de okuyacağım. Umarım diğer kitapları da Türkçeye
çevrilir. 21.01.2016
Etiketler: Jaguar Kitap, Tom McCarthy
Europalia Turkey Biterken
Brüksel Havaalanında pasaport kuyruğundayız. Uzun
kuyrukta sıra gelmesini beklerken önce gözüm Aydın Engin ağabeye takılıyor. Bir
bizim Avrupa Birliği dışından gelenlerin oluşturduğu uzun kuyruğa giriyor bir AB
üyesi ülkelerin vatandaşlarını bekleyen boş pasaport bankolarına seğirtiyor.
Anlaşılan yetişmesi gereken bir yer var, selamımızı alacak hali yok. Aydın
ağabey AB vatandaşlarının pasaport bankosundan geçip giderken Gülsün
Karamustafa ile selamlaşıyoruz. Europalia Turkey Festivali kapsamındaki sergisi
için Brüksel'e geldiğini, sergiyle ilgili bir konuşma yapacağını söylüyor.
Belçikalı sanatçı Koen Theys'le birlikte gerçekleştirdikleri "Mystic
Transport" adlı sergi Centrale Çağdaş Sanat Merkezi'nde ve Argos Video Sanatları
Merkezi’nde gerçekleştiriliyormuş. Argos'taki bölüm 20 Aralık'ta sona ermiş ama
Centrale'deki sergi 28 Şubat'a kadar sürecekmiş. Karamustafa Brüksellilerin
sergiye gösterdiği ilgiden memnun. Daha sonra bir sanat ajandasında serginin
kışın Brüksel'de gerçekleştirilen 15 etkinlikten en önemli üçüncü etkinlik
olduğunu görüyor onur duyuyorum. Diğer Europalia Turkey etkinlikleri listede
yok.
Europalia Sanat Festivali'nin bu yılki Onur konuğu
Türkiye. 6 Ekim 2015'de başlayan festival 31 Ocak'ta sona erecek ama Gülsün
Karamustafa'nın sergisi gibi bazı etkinliklerin festival sonrası da süreceği
anlaşılıyor.
Europalia Turkey Festival program kitabı 144 sayfa. Ana
ekseni sergiler oluşturuyor. Müzik etkinliklerinin ise sayıca daha çok olduğu
anlaşılıyor. Sahne sanatları ve sinema da ihmal edilmemiş. Prof. Yakup Çelik'le
birlikte gerçekleştireceğimiz "Oğuz Atay" konulu konferansa ev
sahipliği yapan Brüksel Yunus Emre Kültür Merkezi Müdürü Rahmi Göktaş
konserlere ve performanslara büyük ilgi gösterildiğini söylüyor. Edebiyat
etkinliklerine daha az katılım olmuş. Dünyadaki terör saldırıları da katılımı
olumsuz etkilemiş. Brüksel'de sıkıntılı bir hava var.
Bozar Sanat Merkezi’ndeki iki önemli sergi
"Anatolia" ve "Imagine Istanbul" devam ediyor. Festival
bitmek üzere olduğu için sergilere de pek ilgi olmayacağı kanısındayım. Zaten
şehirde de Europalia'nın sürdüğüne dair bir işaret yok. Bu gözlemimden söz
ettiğimde Brüksel'deki dostlarım Türkiye'nin iyi bir tanıtım yaptığını ve
afişlerimizin uzun süre bilboard'larda kaldığını söylüyorlar.
Bozar, Brüksel'in müzeler bölgesinde, halkın iyi bildiği
bir sanat kurumu. Bozar'da Türkiye'ninkiler dışında sergiler de var. Lobi
oldukça kalabalık. Diğer sergiler ücretsiz ama "Anatolia" 14 Euro,
"Imagine Istanbul" 12 Euro'ya ziyaret edilebiliyor. Bunun da
caydırıcı olabileceğini düşünüyordum. Ama "Anatolia" sergisi öyle
kalabalıktı ki rahatça gezme olanağı bile yoktu. Bu etkileyici serginin
süresinin uzatılması düşünülmeli.
Anadolu Hititler'den başlayıp Osmanlı'ya dek binlerce
yıllık tarihi 200 arkeolojik eserle anlatıyor. Güzel ve etkileyici bir sergi,
sunumu da iyi. Anadolu'nun medeniyet tarihine giriş niteliği taşıyor. Türk
konuklar bilgilendirmeyi yetersiz bulmuş ama çok fazla bilginin de okunması
mümkün değil. Merak edenler lobide satılan kitapları edinecektir.
"Imagine Istanbul" sergisinin Ara Güler'in
İstanbul fotoğraflarından oluştuğunu sanıyordum. Kuratör Paul McMillen Ara
Güler'le başlayıp Abdullah Birader'lerden genç kuşak fotoğrafçılar Ahmet Polat
ve Ali Taptık'a uzanan büyük ve kapsamlı bir sergi hazırlamış. 151 parça
fotoğraf ve video var. Ama Ara Güler ustanın şiirsel işleri ile Polat ve
Taptık'ın fotoğraflarının ve özellikle bazı videoların bir paradoks yarattığını
düşünüyorum. Ara Güler'in yarattığı
büyülü İstanbul imgesi bozulmuş.
Sonuç olarak Europalia’da Türkiye’nin başarılı bir
festival gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Şimdi yapılması gereken bu olumlu etkiyi
yeni sanat etkinlikleri ile kalıcılaştırmak.
20.01.2016
Salı, Ocak 19, 2016
“Yanımdasın, yine de özlüyorum seni”
Ferzan Özpetek’in ikinci kitabı “Sen Benim Hayatımsın”
adındaki gibi çift anlamlı, çift boyutlu bir anlatı. Bir yandan kitabın
anlatıcısı roman boyunca sevgilisine hitap ederek onun yaşamına neler
kattığını, onunla olmanın önemini, aşkının ne kadar değerli ve derin olduğunu
anlatıyor. Diğer yandan da hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Roma’daki
yaşamını, orada kurduğu dostlukları, “ailem” dediği insanların öykülerini
kaleme alıyor.
Ferzan Özpetek’in 2014’de Türkçede yayımlanan ilk kitabı
“İstanbul Kırmızısı” (Can yay.) sinema eğitimi için İtalya'ya gidişine kadarki
İstanbul yaşantısından kaynaklanıyordu. “Sen Benim Hayatımsın” da (Kasım 2015,
çev. Şemsa Gezgin, Can yay.) 40 yıl önce İtalya’ya gidişinden başlayarak
yaşadıklarını aşk ve dostluk temalarını esas alarak anlatıyor.
Sinemacı olmak arzusu ile Türkiye’den İtalya’ya gelmiş olan
gencin Roma’da kalabalık ve eski bir semtte, asansörsüz eski bir binada
yaşamaya başlaması ile birlikte yaşamı yeni bir evreye girecektir. “Yaşamöyküm
işte burada başlıyor” diye anlatıyor. Yıl 1976. Henüz 17 yaşında Roma’ya
geldiğinde.
Ostiense Caddesi’ndeki bu beş katlı apartmanın terasında her
Pazar günü buluşup öğle yemeği yiyenler kitabın anlatıcısının, açık seçik
anlaşıldığı gibi Ferzan Özpetek’in önce dostları, sonra ailesi olacaktır.
Bunlar “değişik, harika insanlar”dır. “Bunlar, dünyanın büyük kısmı için o
zamanlar toplum dışına itilmiş nonoş, travesti ve aykırı kişilerdi. Ama benim ‘ailem’
olacaklardı” diye anlatıyor.
“Aşkın ve cinselliğin sansürsüz olduğunu ve sınırları
insanın kendisinin belirleyeceğini bilirdik” diye düşünüyor. 70’li yılların
sonları, 80’li yılların başı. İnsanlar kendi kimliklerini, cinsel tercihlerini
açıkca ifade ediyor. Bu tercihlerinin öngördüğü hayatı limitlerine kadar
yaşıyorlar. Kitabın anlatıcısı olan genç sinemacı adayı da bu insanlar arasında
kendi kimliğini, tercih ettiği yaşam biçimini özgürce yaşıyor. Diğer yanda da
sinemacı olarak var olma mücadelesi var. Roma’da kalacak, hayatını kazanacak ve
orada kendi filmlerini çekecektir. Sinema dünyasına girmek, en alt basamaktan
yönetmenlik koltuğuna kadar tırmanmak kolay bir iş değil. Bunu yabancısı olduğu
bir ülkede yapmak daha zor. Ama söylediğim gibi “Sen Benim Hayatımsın”ın esas
konusu bu değil. Ferzan Özpetek esas olarak filmlerinin alameti farikası olan
ve bir terasta yemek yiyip tatlı tatlı sohbet ederken anımsadığımız o “değişik,
harika insanlar”ın öykülerini anlatıyor.
Ferzan Özpetek’in biraz da masalsı bir ortamda anlattığı
“değişik, harika insanlar”ın öykülerinin satır aralarını, masaldan gerçeğe
dönüştükleri zamanları da düşünmek gerekiyor. Ferzan Özpetek onlara pek
değinmiyor. Sadece kendi deneyiminde annesinin hoşgörülü bakışını ve dayısının
Roma ziyaretinde her şeyi önce hoş görüp İstanbul’a dönüşünde trajediye
çevirmesini esprili ve yine neşeli bir dille anlatıyor.
Dinin, devletin dayattığı cisel kimlikler yerine ya da
onlarla birlikte farklı kimlikleri ifade etmek, kabul ettirmek kolay olmadı.
Özpetek’in özgürlük yılları diye anlattığı 70’lerin cinsel kimliklerin ifade
edilmesi ve genel kabul görmesinin sağlanması açısından önemli mücadele yılları
olduğunu da biliyoruz. Ferzan Özpetek bunlara değinse de ayrıntılara girmemeyi,
filmlerindeki masalsı hava içinde kalmayı yeğlemiş. Kendi aşk yaşamını ise oldukça
dobra bir dille anlattığını da belirtmeliyim. Bu açık yüreklilik Türk
edebiyatında pek rastlanan bir şey değildir. Herhalde İtalyanca yazdığını da
dikkate alarak Ferzan Özpetek’i de İtalyan Edebiyatı içinde değerlendirmek
gerekir.
Ferzan Özpetek kitabın yapısını sevgili ile çıkılmış bir
yolculuk boyunca ona anlattıkları olarak kurmuş. Hayatının aşkını bulmuştur,
mutludur, aşkla doludur. Baştan anlatılmasa da bu yolculukta bir sır olduğunu
hissederiz. Aşkla dolududur ama canını sıkan bir şeyler de vardır. Bu
yolculuğun hedefi ve sıkıntının nedeni kitaba okuyucuyu bağlayacak ana merak
unsuru olarak sonuna kadar açıklanmaz. Ama küçük parçalar halinde bu ilişkinin
nasıl başladığı, nasıl aşk dönüştüğü, nasıl kalıcılaştığı ve kitabın adı olacak
olan “Sen Benim Hayatımsın” duygusuna nasıl varıldığı anlatılır.
Bu ana yapının içinde “değişik, harika insanlar”ı tanır,
onların esas olarak aşk ve dostlukla yoğrulmuş öykülerini okur, anlatıcının,
Ferzan Özpetek’in yaşamındaki yerlerini, nasıl ailesine dahil olduklarını
öğreniriz. Ama kitabın sonuna geldiğinizde hemen tüm öykülerin ortak bir
özelliği olduğunu fark ederiz. Öyküleri anlatılan herkes kendi kimliği ve
cinsel tercihi ile varolma savaşı veriyor, kazanıyor. Bu mücadele sırasında
aşklar yaşıyorlar. Bu öykülerin tamamı kırık aşk öyküleri. En mutlu gibi
görünenleri bile trajedi ile bitiyor. Ölümler, ölümlere ekleniyor. Anlatıcını
ve dostlarının çevresini ölümler sarıyor yavaş yavaş. Ferzan Özpetek her şeyi
filmlerinden bildiğimiz neşeli-hüzünlü dille anlatıyor. Ana öyküde de bir
trajedi, büyük bir olasılıkla ölüm yaşanacağını düşünmeden edemiyoruz.
Ferzan Özpetek’in filmlerinde olduğu gibi anlatıda da
Roma’nın önemli bir yeri var. 70’li -80’li yılları, cinsel özgürlük
zamanlarını, gençliğin o tatlı başıboşluğunu, umursamazlığını, gözüpekliğini
tatlı tatlı anlatırken Roma’yı, oradaki günlük yaşamı da ustalıkla resmediyor.
Ama kitabın başında da belirttiği gibi bu tatlı hayat uzun sürmeyecektir. Her
şey yavaş yavaş ve müdahale edilemez bir biçimde değişiyor. AIDS salgını, onun
getirdiği ölümler değişimi hızlandırıyor. Ölüm korkusu bir gecelik ilişkileri
engelliyor. Daha temkinli davranmaya başlıyorlar. Muhafazakarlaşıyorlar. Zaten
yaşlar da büyümektedir. Eskisi gibi nerede akşam orada sabah bir yaşamı
sürdürmek de mümkün değildir. Sabah kalkıp gidilecek işler vardır.
Sorumluluklar vardır. Onlar da ağır basıyor. Ve geriye özlemle anılan, öyküleri
anlatılan anılar kalıyor.
Ferzan Özpetek’in iyi bir anlatıcı olduğunu filmlerinden
biliyorduk. Bu “iyi anlatıcı”lığını yazdıklarına, kitaplarına da yansıtmayı
başarmış. Filmlerindeki tadı yakalamış. Tabii bunda filmlerinden aklımızda
kalan görüntülerin, imgelerin önemli bir payı var. Anlattığı öykülere de
öykülerin “değişik” kahramanlarına da yabancı değiliz. Örneğin Ferzan Özpetek o
eski apartmanı, binanın tepesindeki terası, terastaki masada buluşanları
anlatmaya başladığında bizim belleğimizde hemen filmlerden görüntüler
canlanmaya başlıyor. Bu da anlatı ile okurun özdeşleşmesini
kolaylaştırıyor.
Ferzan Özpetek’in akıcı, insanı saran anlatımının yanında
şiirsel bir dili de var. Filmlerindeki üslubu da anlatısına yansıtmayı
başarmış. İyi bir çevirmenin, Şemsa Gezgin’in katkısı ile bu tadı aynen
Türkçede de alıyoruz.
Aşkın cinsiyeti, yaşı, çağı, şusu busu olmaz diyor esas
olarak Ferzan Özpetek “Sen Benim Hayatımsın”da. Ama’ları düşünmeden bir
ilişkiye girebiliyorsan o aşktır. Bir başkasını kendinden daha çok
sevebiliyorsan o aşktır.
14.01.2016
Etiketler: can yayınları, ferzan özpetek
Gerçekten bu kadar çok kitap okuyor muyuz?
“2015 yılında kişi başına 8 kitap düştü” haberi hafta sonu bazı gazetelerde gözünüze çarpmış olabilir. Türkiye Yayıncılar Birliği (TYB) yıllardır Türkiye’deki kitap üretimi verilerini açıklıyor. 2015’in verilerini de TYB ikinci başkanı Fahri Aral Çukurova Kitap Fuarı basın toplantısında açıkladı. Bu yıl toplam 620.751.618 adet kitap üretilmiş. Geçen yıla göre üretilen kitap adedinde % 10.6 artış olduğu görülüyor. Kişi başına düşen kitap adedi de geçen yıl 7,3’müş 8 olmuş. Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü ISBN Ajansı 2015 verilerini henüz açıklamadığı için bilemiyoruz ama yayınlanan yeni kitap çeşitinin de % 9 oranında arttığı tahmin ediliyor. 2014’de 50 bin 752 çeşit yeni kitap yayımlanmıştı. Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin (IPA) 2015 verilerine göre Türkiye dünyanın en büyük 11. yayıncılık sektörü ve üretilen yeni kitap çeşidinde de 11. sırada yer alıyor.
Kendimizi küçümsemeyi severiz. Sevindirici rakamlar
söylediğinde inanmaz, kuşkuyla yaklaşırız. Yayıncılık verileri konusunda bu
kuşku dönemini aştığımızı umuyorum. Şimdi kötümserler daha ayrıntılı sorular
sormaya başladılar. 620 milyon kitabın 238 milyonunun ders kitabı olduğu,
bunların kitaptan sayılıp sayılmayacağı sorgulanıyor örneğin. Tüm dünyada
yayıncılık verileri hesaplanırken ders kitapları da dahil ediliyor. Çünkü
eğitim yayıncılığı yayıncılık sektörünün temel taşı. Üstelik insanların çoğunun
öğrenmek amacıyla kitap okuduğunu söylediği gözönüne alınırsa ders kitaplarını
görmezden gelemeyiz. Bizdeki temel sorun bu kitapları Milli Eğitim
Bakanlığı’nın üretmesi ya da ürettirmesi. Bu nedenle Türkiye’nin en büyük
yayıncısı Milli Eğitim Bakanlığı, yani devlet. Devlet bu alanı özel yayıncılara
bıraksa, sadece denetlemekle yetinse hem ders kitaplarının kalitesi artacak,
hem de yayıncılık sektörü daha da güçlenecek.
İkinci soru, “Çok kitap satılıyor ama peki bu kitaplar
okunuyor mu?” Okuma oranlarını ölçmek için düzenli anketler yapılması gerek.
Kültür ve Turizm Bakanlığı 2011 yılında “Türkiye Okuma Kültürü Haritası” (TOKH)
adlı çok geniş bir araştırma yapmış ve “Yılda Ortalama 7.2 Kitap Okunuyor”
sonucuna varmıştı ki bu sonuç TYB’nin o yıl açıkladığı kişi başına düşen 6,6 kitap
sayısından fazlaydı. Bu anketin tekrar yapılması faydalı olacak.
İnternet ortamında kitap ve e-kitap satışı üzerine çalışan
Libronet grubu bir “okur profili ve kitap satın alma davranışları araştırması”
yaptırmış. Artı Araştırma’nın yürütttüğü 18 yaş üstüne yönelik araştırma
Türkiye çapında yapılmış. Ne kadar kitap okunduğu konusunda önemli veriler
içeriyor. 7 bölgede, 14 ilde toplam 1542 ile görüşmüşler. Görüşülen kişilerin %
68'i kitap okuduğunu söylemiş. Önemli bir rakam. Klasik kötümserliğimize uygun
olarak bu haber; “% 32 hiç kitap okumuyor” başlığıyla yayınlandı. TOKH’de hiç
kitap okumayanların oranı % 32,9’du. Hiç kitap okumayanların oranında 5 yılda %
0,9 bir azalmadan söz edebilir miyiz?
En çok kitap okuyan yaş grubu 18-35 yaş. TOKH’de en çok
okuyan yaş grubu 7-14 yaş çıkmıştı. Libronet’in araştırması 18 yaş üstüne
yönelik olduğu için iki veriyi birleştirip en çok kitabı çocuklar ve gençler
okuyor diyebiliriz. Genel kanının aksine en az kitabı %10’la yaşlılar (51-65
yaş) okuyor. Kitap okumama sebebi olarak iş yoğunluğu ve ev işleri
gösteriliyor. Buna rağmen kadınlar daha çok kitap okuyor. Ankete cevap
verenlere göre kitap okumanın temel sebebi "kendini geliştirmek, yeni
bilgiler öğrenmek" olduğuna göre daha çok okuyan kadınların gelecekte
toplum içinde daha önemli konumlara geleceğini de söyleyebiliriz. Kitap
okuyanların % 16’sı "roman ve hikaye okumanın zaman kaybı olduğu”
kanısında. Bu veriler ders kitaplarını neden kitap olarak saymamız gerektiğinin
bir göstergesi.
Araştırma “Yılda ortalama 11.6 kitap okunuyor” sonucuna varmış. Yani
satın aldığımızdan daha çok kitap okuyoruz. Bu da sevindirici. 13.01.2016
Cuma, Ocak 08, 2016
2015’de Türk Edebiyatı’nın ilk 11’i
250 bin baskı ile ilk baskısını yapan romanlar döneminin
başlangıcı olarak anacağız herhalde bu yılı. Ahmet Ümit’in “Elveda Güzel
Vatanım”ı (Everest yay.) diğer çoksatan yazarlarımız için yeni bir başarı
hedefi olacak. Bu rekabetin güzel sonuçları olsun, yayınevlerine acı derslere
mal olmasın diye umalım. Zira bir yandan 250 bin ilk baskı yüzbinlerce satış
hedefiyle kitaplar yayımlanırken diğer yandan ilk baskı sayılarının roman ve
öyküde 500, şiirde 300’e düştüğünü de görüyoruz. Her yıl yayımlanan 15 - 20
çoksatar romana odaklanan okur yayımlanan on bine yakın yeni edebiyat eserine
neden gereken ilgiyi göstermiyor, üzerinde düşünmek gerek. Düşünülmesi gereken
bir başka nokta da çoksatanlara odaklanan yayınevlerinin diğer kitaplarına
neden gereken ilgiyi göstermediği olabilir. Çoksatanlar listelerinde hemen her
yıl aynı isimleri görüyoruz. İşe ticari açıdan bakıldığında bile yeni yazarlar
ve tabii yeni çoksatarlar yaratmak da bu yayınevlerinin geleceği için bir
gereklilik. Büşra Küçük, Büşra Yılmaz, Alya Öztanyel gibi Wattpad uygulaması
ile internette yazdıkları kitaplarla meşhur olan yazarlar geleceğin çoksatar
yazarları olabilecek mi? Bu yazarların romanlarının yüzbinlerce satmasını
sağlayan 14 yaş kuşağı genç kızlar gelecekte iyi birer okura dönüşebilecek mi
bir başka merak konusu.
Ayşe Kulin’in “Tutsak Güneş”i (Everest yay.), Zülfü
Livaneli’nin “Konstantiniyye Oteli” (Doğan Kitap), Ece Temelkuran’ın “Devir”i
(Can yay.), Buket Uzuner’in Toprak’ı (Everest yay.) çoksatan listelerinden
anımsadığımız romanlar. Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sının (Yapı
Kredi yay.) yıllardır çoksatarlar listesinde üst sıralarda yer alması ise iyi
edebiyatın her zaman çok okura ulaşabileceğinin yayınevleri için iyi bir
örneği.
2015’de yayımlanan Türk Edebiyatı’ndan kitaplardan seçtiğim
ilk 11 şöyle;
1- İbrahim Yıldırım “Dokuzuncu Haşmet” (Doğan Kitap); Gezi
Parkı Direnişi birçok edebiyat eserine konu oluyor. Yakın geçmişte yaşanmış,
tüm görüntüleriyle bellekte olan bir olayı yazmak, kendileştirip romanlaştırmak
kolay değil. İbrahim Yıldırım “Dokuzuncu Haşmet”te Gezi Parkı Direnişi’ne
katıldığı iddiası ile yargılanan yaşlı bir şairin anlattıklarından yola çıkarak
Türkiye’nin darbeler ve direnişler tarihini anlatıyor.
2- Ferat Emen “Perihan’la Alâkadarlar Cemiyeti” (Everest
yay.); İşlediği konularla, diliyle, anlatımıyla benim için geçen yılın en
önemli keşiflerinden oldu Ferat Emen. Günceli, en sıcak konuları, özellikle
üçüncü sayfa haberlerine konu olan dramları çok sert bir dille gerçekçi bir
bakışla anlatıyor. Okuru kızdıracak, sarsacak konuları ve dili var. İlk kitabı
“Hüsniye Hanımın Ağzı”nı da öneriyorum.
3- Nurdan Gürbilek “Sessizin Payı” (Metis yay.): Her
kitabını edebiyat eleştirisi açısından önemli bulduğum bir yazar. Bu kitapta
iki sorunun cevabını arıyor Gürbilek. Birincisi: Sessizin – henüz konuşmayanın,
konuşma imkânı olmayanın, artık konuşamayacak olanın– el konulmuş payını geri
alabilir mi yazı? İkincisi: Yazarlar konuşamayanlar adına da konuştuklarına
inanmak ister. Ama yazının da bir sessizi vardır. Sessizin payına bu kez
kendisi el koymadan var olabilir mi yazı?
4- Selçuk Altun “Buraları Rüzgâr Buraları Yağmur” (İş
Bankası yay.): 90. yaşına karısının acı sürpriziyle, ölümüyle giren bir adamın
kendiyle hesaplaşmasını anlatıyor Selçuk Altun. 103 sayfada büyük bir aile
romanı kurmuş. “Buraları Rüzgâr Buraları Yağmur” kısa öz anlatımlı ama derin
anlamlar, göndermeler içeren bir novella. Önceki romanı “Sol Omzuna Güneşi
Asmadan Gelme!” ile bağlar kuran, o romana açılımlar da getiren bir eser.
5. Murat Özyaşar “Sarı Kahkaha” (Doğan Kitap): Murat
Özyaşar, Diyarbakır öyküleri anlatıyor ama öyküleri “yerel” değil. Sadece
Anadolu’nun herhangi bir yerinde değil Dünya’da da benzer caddeler olduğunu,
aynı şekilde sıkıntılarını birlikte tüketmeye çalışan arkadaşlar olduğunu
biliyoruz. Bu evrenselleşmeyi de yazarın anlatımı sağlıyor. Şiire doğru
meyleden, imgelerle bezeli anlatımı ve dili ile farklılaşan, yazarına has
öykülerden oluşuyor kitap.
6- Bedri Rahmi Eyüboğlu “Biz Mektup Yazardık” (İş Bankası
yay.): Eyüboğlu’nun yazdığı ya da kendisine yazılmış mektuplarla onun yasak
aşkı Karadut’unun kimliğinden, edebiyat
ve sanat dünyasındaki dostluklarına, ailesi ile ilişkilerine,
öğrencilerle kurduğu arkadaşlığa, politikacılar ve devlet adamları ile
haberleşmelerine ve özellikle çeşitli projeler vesilesiyle yaptığı eserlerinin
oluşma sürecine mektuplarla şahit oluyoruz. Hem içeriği hem de sunumu ile güzel
bir kitap.
7. Tuğrul Tanyol “Gelecek Günlerin Şarabı” (Yapı Kredi
yay.): 80’li yılların önemli şairlerinden Tuğrul Tanyol’un ustalık dönemi
şiirleri. Gittikçe billurlaşan, yalınlaşan bir söyleyişle, imgelerle gelişen
kısa ama çok açılımlı, okunaklı şiirler.
8. Haluk Oral “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli" (Yapı
Kredi yay.): Orhan Veli'nin 36 yıllık hayatının hiç bilinmeyen, az bilinen,
daha da önemlisi yanlış bilinen dönemlerini yazılı ve görsel belgeler
aracılığıyla doğumundan, çocukluğundan
başlayarak araştırıyor Haluk Oral. Belgeleri ellerinde bulunduranlarla ve daha
da önemlisi belgelerde adları geçen ya da fotoğraflarda yer alanlarla da
görüşüyor. Şairin yaşamındaki bilinmeyenleri aydınlatan, birçok yanlış bilgiyi
düzelten önemli ve ilginç bir monografi.
9. Murathan Mungan “Harita Metod Defteri” (Metis yay.): Çocukluk,
ilkgençlik çağlarından anılar, aile tarihine derin bir kazı, 60’lı, 70’li
yılların Mardin’inden şehrin kadim tarihine uzanan bir araştırma... Hepsinin
ötesinde aile içi sırlarla ve tabii kendi geçmişi ile cesur bir yüzleşme.
10. Ahmet Büke “İnsan Kendine de İyi Gelir” (On8 Kitap);
İzmir’e tepeden bakan yoksul bir mahallede yaşananları kimsesiz bir gencin
başından geçenleri hikaye ederek anlatıyor Ahmet Büke. Öykü tadının anlatı ile
karıştığı, sonrasını merak ettiğiniz, sonunda ne olacak diye sorduğunuz,
Türkiye’nin toplumsal tarihinden önemli bir kesiti yoksul bir mahallenin
sıcaklığında, tanıdık gelecek kahramanlarla anlatan bir kitap.
11. Selim İleri “Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu”
(Everest yay.); 1874-1980 yılları arasında yayımlanan romanlardan 229’u
hakkında bilgilendirici, eser niteliklerine, Türk Edebiyatına neler
kattıklarına bakan, okur Selim İleri’ye esinledikleri ve eleştirmen Selim
İleri’nin görüşleriyle şekillenen bir kişisel roman tarihi. Okuru Türk
romanının değerlerini keşfetmeye yöneltecek iyi bir rehber kitap.
07.01.2016