Salı, Ekim 30, 2012
Dünyam
Tanpınar sadece kendi
görüşlerinden, eserlerinden oluşan bir dergi çıkartmayı planlıyormuş. “Kendi
fikirlerim, kendi görüşüm, kendi şiirlerim. Adı: Dünyam.” Handan İnci,
Tanpınar’ın görsel biyografisine isim ararken aklına gelmiş bu isim.
Tanpınar, Türk edebiyatında
hakkında en çok araştırma yapılan, tez yazılan yazarlardan belki de
birincisidir. Akademistlerin ilgisine mazhar olmuş nadir yazarlardandır.
Geçtiğimiz yıllara kadar Çağdaş Türk Edebiyatı dersleri Tanpınar’la son
bulurdu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’ndeki vefalı asistanları ve öğrencileri sayesinde Tanpınar çok
araştırılmakla kalmadı iyi bir bibliyografyası yapıldı ve neredeyse
yayımlanmamış, dergi sayfalarında kalıp kitaplaşmamış hiçbir eseri kalmadı.
Mektuplarını da okuduk, en mahrem notlarını, günlüklerini de. Tek eksiğimiz
dört başı mamur bir Tanpınar biyografisi.
Handan İnci, İ.Ü. Türkiyat Enstitüsü
arşivinde çalışırken Tanpınar’a ait yetmişe yakın yeni (yayımlanmamış) fotoğraf
ve bazı belgeler bulmuş. Dünyam’ı
(Küçükçekmece Belediyesi yayını) hazırlamasının nedeni de bu fotoğrafları kamu
oyu ile paylaşma arzusu olmalı. Ama Handan İnci, yetmiş fotoğraf pekala bir
Tanpınar albümü için yetecekken bununla yetinmemiş ve bir görsel biyografi
oluşturmaya karar vermiş. Orhan Okay’ın 2010’da yayımladığı Bir Hülya Adamı’nın Romanı kitabında yer
alan belgeler ve fotoğraflar başta olmak üzere İsmail Kara, Celal Gözütok,
Yusuf Çağlar gibi arşivlerinde Tanpınar fotoğrafları ve belgeleri bulunan
araştırmacılardan da destek almış.
Metnini de Orhan Okay’ın
kitabının sonunda yeralan ve oldukça ayrıntılı olan kronolojik biyografiyi esas
alarak oluşturmuş. Biyografi metnini görsellerle bağlantılı olarak Tanpınar’ın
kendi hakkında yazdıkları ve araştırmacıların Tanpınar biyografisine katkıda
bulunan önemli çalışmalarından alıntılarla oluşturmuş. 1901’den 1961’e kadar
yıl yıl Tanpınar fotoğrafları ile ilerlerken görsel malzemeye yazarın “yaşadığı
yerlerin, okuduğu kitapların, etkilendiği yazarların, gördüğü sevdiği
tabloların, ziyaret ettiği mekanların da fotoğrafları”nı eklemiş. Sonuçta
Tanpınar’ın altmış yıllık hayat öyküsü hem yazılı hem de görsel olarak ortaya çıkmış.
Tanpınar’ın ilk defa gördüğümüz
fotoğraflarının değerini bir kez daha işaret ettikten sonra nüfus cüzdanı
örneği ile başlayan görsel biyografinin Tanpınar’ın hayatındaki insanları
tanımak, kişi olarak görüntüsünü daha da net belleklere kazımak açısından
önemli birçok veri ile karşılaşacağınızı söylemeliyim.
Tanpınar “Ben Şehzadebaşılıyım.
Semtin her taşına ayrı ayrı bağlıyım” dese de babasının kadılık görevi
nedeniyle özellikle çocukluk ve gençlik yılları Anadolu’nun çeşitli
şehirlerinde geçmiş. Ergani Maden, Sinop, Siirt, Kerkük, Antalya bulunduğu
şehirlerden bazıları. Yahya Kemal’in öğrencisi olduğu üniversite yıllarından
sonra Erzurum’da, Konya’da, Ankara’da öğretmenlik yapmış. O yıllarda çekilmiş
fotoğraflarda edebiyat ve sanatın birçok simasını Tanpınar’ın arkadaşı ya da
öğrencisi olarak görüyoruz. Görev yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi ve
konservatuarı müzik ve resim sanatını öğrenmesinde ona da birer okul olmuş.
İstanbul Üniversitesinde görev yaptığı yıllar, asistanlar, öğrenciler,
meslektaşlar, milletvekilliği, ilk eserlerinin yayımlanışı, edebiyat, resim ve
müzik dünyasından dostlar, Yahya Kemal’le sohbet edilen masalar, yurtdışı
gezileri... Tüm fotoğraflar, belgeler ve alıntılarla ustaca kurgulanmış metin
ayrıntılı bir Tanpınar biyografisi çıkartmış ortaya. Artık belleğimizdeki
Tanpınar görüntüsü çok daha net.
Eldeki esere rağmen Handan İnci
“Tanpınar’ın hayatını bilgi ve belgelere göre inşa etmek gerekir” diyerek “şu
andaki verilerle bu çalışmanın eksiksiz ortaya çıkarılması mümkün görünmüyor.
Günlerini kaydettiği kimi defterlerin kayıp olması, arşivinden veya süreli
yayın taramalarından hakkında hala bazı yeni bilgilere ulaşılabilmesi bu işi
güçleştiriyor” diyor. Handan İnci’nin bu sözlerini titiz bir akademisyenin
çekinceleri olarak anlıyorum. Akademisyen bakışıyla Handan İnci haklı gibi
görünse de bu tip eserlerin yayımlarından sonra gelen katkılarla her yeni
baskıda gelişip mükemmelleştiğini hatırlatmalıyım.
Dünyam, Tanpınar’ın vefatının ellinci yılı anısına düzenlenen bir
etkinliği kalıcılaştırmak amacıyla Küçükçekmece Belediyesi’nce yayımlanmış.
Basın Kanunu’nun gerektirdiği künye sayfası, FSEK’in şartı olan bandrol gibi
yasal, kimin bastığı, kimin tasarladığı gibi etik eksiklikleri görmezden gelip başkan
Aziz Yeniay’ın şahsında bu işi akıl edenleri kutlayalım. Kitap yayımının sadece
basmakla bitmediğini onu okurlara ulaştırmak gibi bir aşama da olduğunu
hatırlatalım. Küçükçekmece Belediyesi’nin bu yayınına şimdilik ulaşmak mümkün
görünmüyor. Oysa bir yayınevi ile işbirliği yapılsaydı bu kitabı okurlar da
kitapçılardan edinebilecekti.
18.10.2012
Laura’nın Aslı
Vladimir Nabokov’un İsviçre’de
bir banka kasasında saklanan son eseri Laura’nın
Aslı’nın yayını Nabokov severler tarafından heyecanla karşılanırken büyük
tartışmalar da yarattı. Nabokov’un ölümünü ardından imha etmesi için karısına
verdiği ve gerçekte bir roman için kartlara yazılmış notlardan oluşan Laura’nın Aslı’nı yok etmeye eşi
Vera’nın gönlü el vermemiş. Çünkü
Nabokov’un daha önce de bu tür imha arzuları olduğunu hatırlamış. Yıllar önce
çöp yakıcısına atarken kocasının elinden Lolita’yı
çekip almış. Hem de iki ayrı teşebbüste... Çünkü Nabokov’un Ruşça’da kaleme
aldığı ve Lolita’nın ilk versiyonu
olan Volşebnik’i yok ettiğini ya da
kaybettiğini biliyormuş. Tüm bunları Vladimir Nabokov’un oğlu Dmitri anlatıyor
önsözde. Derdi bu notları babasının defalarca tekrar ettiği vasiyetine rağmen
neden imha etmeyip yayımlanmasına karar verdiği konusunda biz okurları ve tabii
münafık eleştirmenleri ikna etmek.
Dmitri, annesinin ölümünden sonra
banka kasasında bir kutunun içinde dizilmiş kartlar halinde buluyor Laura’nın Aslı’nı. Nabokov her eserinde
olduğu gibi Laura’nın Aslı’nı da
kartlara yazmış. Yazma sürecinde bu kartların sıralaması değişebiliyor, böylece
de romanın yapısı da farklı bir hal alıyormuş. Yani ortada bitmiş bir roman
olmadığı gibi, son biçimini almış bir metin de yok. Kartların sıralamasını
Dmitri yapıyor. Nihayet Türkçede de okuduğumuz metin Laura’nın Aslı’nın (2012, çev. Fatih Özgüven, İletişim yay.) Dmitri
tarafından kurgulanmış hali. Bir başka editör kartları başka türlü dizebilirdi.
O nedenle metnin illa okura ulaşması isteniyorsa Nabokov’un yazdığı şekilde
kartlara basılabilirdi ve her okur kartları kendine göre tekrar
sıralayabilirdi. Bunun yerine üstte kartların tıpkı basımı altta çevirisi
şeklinde bir düzen tercih edilmiş. Yani metni Dmitri’nin düzenlediği haliyle
okumak durumundayız.
Laura’nın Aslı’nın Dmitri tarafından kurgulanmış ya da sıralanmış
halinden bütünlüklü bir öykü çıkartmak mümkün değil. Nabokov notlarında kült
eseri Lolita’yı hatırlatan
kahramanlar yaratmış. Sonradan adı Laura olacak olan Flora Lolita’ya benzemekle
kalmıyor onunla tıpa tıp benzeyen bir öyküsü var. Çevresinde dönen adamın adı
da Hubert H. Hubert. Sonra notlar hastalık hali, ölüme hazırlık, ana dile özlem
gibi konulara kayıyor. Satıraralarından fışkıran yoğun bir cinsellik de var.
Bir sevgiliden diğerine koşarken zaman zaman uğrayan genç karısını bekleyen
yaşlı kocanın kendi kendine hesaplaşmalarını, iç dökmelerini okuyoruz. Nabokov
gibi kahramanı da ölüm döşeğinde.
Tartışmanın odak noktasında
ölümünden 32 yıl sonra Nabokov’un bu metni yayımlanmalı mıydı sorusu var ki
eleştirmenler kadar okuru da ikircikli bir ruh haline sokan bir soru bu. Zaten,
Dmitri de metni yayımlatmasına rağmen “Lanetlenmeli miyim, teşekkür mü edilmeli
bana?” diye sormadan edemiyor.
Açıkça söylemeliyim ki Laura’nın Aslı Nabokov’un eserine yeni
bir şey katmıyor. Yayımlanmasa da olurdu. Ama Nabokov meraklıları kadar roman
yazan, roman tekniği üzerinde kafa yoranlar açısından bu metnin yayımlanması
iyi olmuş. Böylece Nabokov’un eserinin ham halindeyken nasıl bir metin olduğunu
görüyoruz ve yayımlanmış eserlerini hatırlayıp kartlardaki bu metinleri nasıl
ustaca kaleme alıp ve kurgulayıp romanlaştırdığını düşünme fırsatını buluyoruz.
Nabokov’la boy ölçüşebileceğene düşünen bir yazar Laura’nın Aslı’nı oluşturan notlardan bir roman kaleme alsa o da çok
değişik bir deneyim olurdu.
18.10.2012
Cuma, Ekim 19, 2012
Frankfurt Kitap Fuarı’nda eğitimde dijitalleşme ve “anne pornoları”
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda bu yılı eğitimde dijitalleşme ve “anne pornoları”nın
belirleyeceği söyleniyor. Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede de eğitimin
e-kitaplarla, tabletlerle gerçekleştirilme projeleri bilgisayar üreticilerini
olduğu kadar başta eğitim yayıncıları olmak üzere tüm yayıncıları
heyecanlandırıyor. Çünkü dünyada yayıncılığın %50’sinden fazlası (bizde %56)
eğitim alanında gerçekleşiyor. Eğitim yayıncılığında dijitale geçilmesi
yayıncılığın da dijitalleşmesi anlamına geliyor. Böylelikle geleneksel kağıda
bağımlı yayıncılık yeni bir formata e-kitap’a geçmekle kalmayacak
dijitalleşmenin getireceği animasyon, film gibi bir çok olanaklar yayıncılığın
boyutlarını da değiştirecek.
“Anne pornoları”na gelince; E L James’in Gri’nin Elli Tonu hem işlediği konu hem
de ulaştığı satış rakamlarıyla birçok devrimi gerçekleştirdi. Dünya’da 50
milyon satışa doğru koşan kitap geçtiğimiz günlerde Türkiye’de de 50 bin baskı
ile okura sunuldu. Gri’nin Elli Tonu
en sadık okur olan kadınlara erotik ya da porno okutmakla kalmadı yayın yöntemi
ile de yayıncıları şaşırttı, heyecanlandırdı. İlk olarak internet ortamında
e-kitap olarak satışa sunulan Gri’nin Elli
Tonu büyük satış rakamlarına ulaştıktan sonra kağıda da basıldı ve
başarısını katlayarak sürdürdü. Yayıncılar “e-kitap satmaz”, “e-kitabı yapılan
eserin kağıda basılısı satmaz” gibi ön yargılarının derinden sarsıldığını
gördüler. E L James’in yolundan yürüyen birçok kadın yazarın erotik soslu
romanslarının Frankfurt Kitap Fuarı’nda yayıncılara sunulacağı öngörülüyor.
Tabii E L James’in yeni eserinin ne zaman geleceği de merak konusu.
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı 10 - 14 Ekim tarihleri
arasında 64. kez kapılarını dünya yayıncılarına açıyor. 2011’de 100 ülkeden
7384 yayınevi fuarda stant açmış. 74 ülke ulusal standtlarla fuara katılmış.
Fuara katılan yayınevlerinin %42’si (3124 yayınevi) Almanya’dan %58’i (4260
yayınevi) diğer ülkelerden. Fuarda 3200 etkinlik gerçekleştirilmiş. Etkinliklerin
1100’ü profesyonel konularda, 500’ü dijital yayıncılık hakkında. Profesyonel
programlara 50 ülkeden 3000 yayıncı kayıt yaptırmış. Türkiye’nin konuk ülke olduğu 2008’de fuar
299.112 ziyaretçi ile rekor kırmıştı. Bir daha o sayıya ulaşılamadı. 2011’de
ziyaretçi sayısı 280.194 olmuş. Ziyaretçilerin 106.767’si 129 ülkeden gelmiş,
173.427’si Alman ziyaretçiler. Profesyonel ziyaretçilerde ilk sırayı
kitapçılar, ikinciliği yayıncılar, üçüncülüğü kütüphaneciler alıyor. Yazarlar
beşinci, editörler sekizinci, çevirmenler onuncu sırada. 61 ülkeden 9000
gazeteci de fuarı izlemiş.
2011’de fuarın dijital yayıncılık bölümü %39 büyümüş.
Dijital konularda yapılan etkinlikler de %36 artmış. Fuarda sergilenen
ürünlerin %47’si de dijital formatta üretilmişler. Fuar yönetimi telif hakları
bölümünde de önemli bir büyüme olduğunu bildiriyor. 2012’de telif hakları
bölümünde masa alan ajans sayısı 311’e ulaşmış. ABD’den 76, İngiltere’den 64,
Almanya’dan 45 ve Türkiye’den ise 7 ajans TEDA desteği ile fuara katılıyor.
Onur Konuğu Yeni Zelanda
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nın bu yılki Onur Konuğu Yeni Zelanda. Yeni Zelanda fuara “While your sleeping” sloganı ile katılıyor. Dünyanın öbür ucunda, okyanusun ortasında müthiş doğal güzellikler arasında biz uyurken yayınladıkları eserlerle, yazarları ve tam anlamıyla bilinmez olan yayıncılık sektörleri ile ilk defa uluslar arası arenada böyle büyük bir organizasyonla boy gösterecekler.
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nın bu yılki Onur Konuğu Yeni Zelanda. Yeni Zelanda fuara “While your sleeping” sloganı ile katılıyor. Dünyanın öbür ucunda, okyanusun ortasında müthiş doğal güzellikler arasında biz uyurken yayınladıkları eserlerle, yazarları ve tam anlamıyla bilinmez olan yayıncılık sektörleri ile ilk defa uluslar arası arenada böyle büyük bir organizasyonla boy gösterecekler.
Yeni Zelanda aralarında Anthony McCarten, Paul Cleave, Alan
Duff ve Paddy Richardson’un da bulunduğu 68 yazar, 100 sanatçı ve 300 etkinlik
ile katılıyor Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’na. Etkinlik programında
ağırlık edebiyatın yanında ünlü Hakka dansının da yer aldığı dans ve sinema
sanatlarında yoğunlaşmış. 40 yayıncı da Yeni Zelanda Yayıncılar Birliği’nin
düzenlediği bir ortak stantta yer alacaklar. Alman yayıncılar bu yılsonuna
kadar Yeni Zelanda’dan 76 kitabı Almanca’da yayınlamış olacaklar.
Yeni Zelanda 4.300.000 nüfuslu bir ada. Ülkede İngilizce
konuşulduğu için yayıncılık endüstrisi de büyük ölçüde ABD ve İngiliz
yayıncılarının etkisinde. 645 yayıncı yılda ortalama 4500 başlık üretiyor ve
Yeni Zelanda kitapçılarında satılan kitapların sadece %18’ini yayınlıyorlar. Ülkenin
kitap pazarını 18 yabancı yayıncı belirliyor. Üretilen kitapların %20’si
edebiyat alanında. Yeni Zelandalı
yayıncıların yıllık ciroları ortalama 266 milyon dolar. İngilizce dil eğitimi
yayıncılığında Dünyada önemli rolleri olduğu belirtiliyor. Ürettikleri eğitim
kitaplarının %65’ini ihraç ediyorlar. 36 milyon dolarlık kitap ihraç etmişler.
Fuarda Türkiye
Türkiye bu yıl Frankfurt Kitap Fuarı’na Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğünün koordinatörlüğünde ve Türkiye Yayıncılar Birliği, Basın Yayın Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yazarlar Birliği temsilcilerinin yer aldığı komitenin organizasyonunda 302 m2’lik ulusal stant ve çocuk kitapları bölümünde 48 m2’lik bir stantla katılıyor. Türkiye ulusal standı ve çocuk kitapları bölümünde yayıncılarımız, yayınlarını tanıtacak ve telif hakları alışverişinde bulunacak. Standlarımızda toplam 200 yayınevimizin 3000’e yakın kitabı sergilenecek. Hol 5.1’deki Ulusal Stantta, aralarında Doğan Kitap, İletişim, Timaş, İş Bankası, Yapı Kredi gibi yayınevlerinin bulunduğu 21 yayınevi, Hol 3.0’daki Çocuk kitapları standında 8 çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncısı yetkilileri kendilerine ayrılan sergi ve görüşme ünitelerinde eserlerini tanıtacak ve telif hakları alışverişinde bulunacaklar. Fuara katılımı desteklenen 7 telif hakları ajansımız Türk yazarlarına, yayıncılarına ve çevirmenlerine yeni dış bağlantılar kuracak ve dışa açılmanın en büyük ayağını oluşturan TEDA Projesine katkı sağlayacak. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı da ulusal stantta temsil edilecek.
Fuar programında bu yıl Türkiye’nin dört etkinliği bulunuyor. 10 Ekim’de saat 13.45’de Forum Dialogue’da (5.1 A 962) Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürü Prof. Onur Bilge Kula’nın yöneteceği “Edebiyat ve Kimlik Tasarımları” başlıklı panelde Menekşe Toprak ve Fırat Sunel “Bir tasarım olarak edebiyat, yapıtı olduğu kadar yazarı da biçimlendirir” olgusunun işleyiş sürecini pratik ve teorik açıdan değerlendirilecek. 13 Ekim’de saat 16.15’de yine Forum Dialogue’da Metin Celal’in yöneteceği “Bütün Renkleriyle Türkiye Edebiyatı” başlıklı panelde Bejan Matur, Gabriel Akyüz ve Tuğrul İnançer Türkiye’de yaşayan ve eserler veren farklı kimlikler ve bu farklılıkların yapıtlara yansıyış biçimi üzerinde duracak. 14 Ekim’de saat 10’da Gourmet Gallery Show Kitchen’da (3.1 L 1703) “Türkiye’den Refika’nın Mutfağı” adlı etkinlikte Türkçe ve İngilizce yayınlanan Refika'nın Mutfağı kitabının ve Hürriyet Gazetesi yazarı Refika Birgül fuar tarihinde ilk kez Türk Mutfağı’nı uygulamalı olarak sohbet sırasında yapacağı yemeklerle tanıtacak. Türkiye’nin son etkinliği 14 Ekim 2012 saat 12.30’da Forum Dialogue’da Münir Üstün’ün yöneteceği “ Edebiyat ve Sinema .” Etkinlikte Mahmut Fazıl Coşkun, Görkem Yeltan ve Ercan Kesal sinema – edebiyat ilişkisini yönetmen – yapıt – film ekseninde irdeleyecekler. Fuar programında ayrıca S. Fischer Stiftung’un düzenlediği Prof. Onur Bilge Kula’nın yöneteceği, Ayfer Tunç, İhsan Oktay Anar, Sabine Adatepe, Egon Ammann’ın konuşmacı olarak katılacakları “Why no Turkish authors?” adlı etkinlik var. 11 Ekim’de saat 12’de Weltempfang’da (5.0 D 949) gerçekleştirilecek etkinlikte Türk edebiyatının Alman Kitap Pazarı’na nasıl yansıdığı tartışılacak. Bu toplantı tartışılacak konusu kadar İhsan Oktay Anar’ın okurla buluşacağı ilk etkinlik olması açısından da önemseniyor.
11.10.2012
Türkiye bu yıl Frankfurt Kitap Fuarı’na Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğünün koordinatörlüğünde ve Türkiye Yayıncılar Birliği, Basın Yayın Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yazarlar Birliği temsilcilerinin yer aldığı komitenin organizasyonunda 302 m2’lik ulusal stant ve çocuk kitapları bölümünde 48 m2’lik bir stantla katılıyor. Türkiye ulusal standı ve çocuk kitapları bölümünde yayıncılarımız, yayınlarını tanıtacak ve telif hakları alışverişinde bulunacak. Standlarımızda toplam 200 yayınevimizin 3000’e yakın kitabı sergilenecek. Hol 5.1’deki Ulusal Stantta, aralarında Doğan Kitap, İletişim, Timaş, İş Bankası, Yapı Kredi gibi yayınevlerinin bulunduğu 21 yayınevi, Hol 3.0’daki Çocuk kitapları standında 8 çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncısı yetkilileri kendilerine ayrılan sergi ve görüşme ünitelerinde eserlerini tanıtacak ve telif hakları alışverişinde bulunacaklar. Fuara katılımı desteklenen 7 telif hakları ajansımız Türk yazarlarına, yayıncılarına ve çevirmenlerine yeni dış bağlantılar kuracak ve dışa açılmanın en büyük ayağını oluşturan TEDA Projesine katkı sağlayacak. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı da ulusal stantta temsil edilecek.
Fuar programında bu yıl Türkiye’nin dört etkinliği bulunuyor. 10 Ekim’de saat 13.45’de Forum Dialogue’da (5.1 A 962) Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürü Prof. Onur Bilge Kula’nın yöneteceği “Edebiyat ve Kimlik Tasarımları” başlıklı panelde Menekşe Toprak ve Fırat Sunel “Bir tasarım olarak edebiyat, yapıtı olduğu kadar yazarı da biçimlendirir” olgusunun işleyiş sürecini pratik ve teorik açıdan değerlendirilecek. 13 Ekim’de saat 16.15’de yine Forum Dialogue’da Metin Celal’in yöneteceği “Bütün Renkleriyle Türkiye Edebiyatı” başlıklı panelde Bejan Matur, Gabriel Akyüz ve Tuğrul İnançer Türkiye’de yaşayan ve eserler veren farklı kimlikler ve bu farklılıkların yapıtlara yansıyış biçimi üzerinde duracak. 14 Ekim’de saat 10’da Gourmet Gallery Show Kitchen’da (3.1 L 1703) “Türkiye’den Refika’nın Mutfağı” adlı etkinlikte Türkçe ve İngilizce yayınlanan Refika'nın Mutfağı kitabının ve Hürriyet Gazetesi yazarı Refika Birgül fuar tarihinde ilk kez Türk Mutfağı’nı uygulamalı olarak sohbet sırasında yapacağı yemeklerle tanıtacak. Türkiye’nin son etkinliği 14 Ekim 2012 saat 12.30’da Forum Dialogue’da Münir Üstün’ün yöneteceği “ Edebiyat ve Sinema .” Etkinlikte Mahmut Fazıl Coşkun, Görkem Yeltan ve Ercan Kesal sinema – edebiyat ilişkisini yönetmen – yapıt – film ekseninde irdeleyecekler. Fuar programında ayrıca S. Fischer Stiftung’un düzenlediği Prof. Onur Bilge Kula’nın yöneteceği, Ayfer Tunç, İhsan Oktay Anar, Sabine Adatepe, Egon Ammann’ın konuşmacı olarak katılacakları “Why no Turkish authors?” adlı etkinlik var. 11 Ekim’de saat 12’de Weltempfang’da (5.0 D 949) gerçekleştirilecek etkinlikte Türk edebiyatının Alman Kitap Pazarı’na nasıl yansıdığı tartışılacak. Bu toplantı tartışılacak konusu kadar İhsan Oktay Anar’ın okurla buluşacağı ilk etkinlik olması açısından da önemseniyor.
Çarşamba, Ekim 17, 2012
Grinin Elli Tonu
Grinin Elli Tonu
son yılların en büyük yayıncılık olayı olarak tüm Dünyada ilgi çekiyor. Haziran
2011’de yayınlandığından bu yana 37 ülkede 40 milyondan fazla satmış. Türkçedeki
ilk baskısının da 50 bin adet olduğu söyleniyor. Bir pazarlama harikası olarak
da ders niteliğinde örnek bir proje.
Sık sık “pornografik” vurgulaması yapılsa da (sanırım bu da
pazarlamanın bir parçası) E L James’in Grinin
Elli Tonu (Eylül 2012, çev. Sevinç Seyla Tezcan, Pegasus yay.) “erotik
romans” olarak tanımlanıyor. Romanslar, üzerlerinde çok konuşulmasa da yayın
endüstrisinin çok satan ürünlerinden. Yüz binlerce satıyorlar ve tüm Dünyada bu
tür romanları hızla tüketen sürekli okurları var. Romantik bir ilişkinin
gelişimi ve aşka evrilmesini konu ediniyorlar. İşin içine cinsellik katıldığında
“erotik romans” adını alıyorlar.
E L James Grinin Elli
Tonu’nu yazarken geçtiğimiz yılların gençliğe yönelik en önemli
projelerinden Stephenie Meyer'ın milyonlarca satan Alacakaranlık roman dizisinden esinlendiğini açık yürekle söylüyor.
Grinin Elli Tonu’nda da Alacakaranlık’ta olduğu gibi annesinden
ayrı başka bir kentte yaşayan genç güzel bir kız var ve o da ilgi duyduğu
gizemli adamın sıradışı biri olmasına (burada Vampir değil de farklı erotik
istekleri olan biri) rağmen onunla ilişki kuruyor. Yani Grinin Elli Tonu tutmuş ve çok satmış bir şablon üzerine inşa
edilmiş. Romans okurları aynı şablonun farklı hikayelerde tekrar tekrar
anlatılmasına alışkın, talepleri bu yönde. Tamamı kadınlardan oluşan okurlar
romanların kadın kahramanlarıyla özdeşleşiyorlar.
Zaman zaman ortalığı birbirine katan erotik romanlar olsa da
bunlar daha çok erkek okura hitap ediyor ve kadın okura ulaşamıyorlar. Burada
ürünü okurla buluşturacak pazarlama dehası devreye giriyor. Öncelikle romanın
yazarının “bizden biri”, bir kadın olduğu vurgulanıyor. E L James takma adını
kullanan Erika Mitchell 49 yaşında iki çocuklu bir anne. Yazarla özdeşleşme
için uygun bir kimlik. Birçok kadının cinsel konuları bu tür romanlardan öğrendiği
ama satın almada sorunlar yaşadığı biliniyor. Bu da yeni bir medya ile
aşılıyor. Roman e-kitap olarak yayımlanıyor. Böylelikle hem kadın okurun utanıp
çekinmeden satın alabileceği ve mahremiyetini koruyarak okuyabileceği ortam
sağlanmış oluyor hem de okurun yeni medya (dijital yayıncılık) ile buluşması
sağlanıyor. Kitap dijital ortamda yeterince tanınınca da klasik yönteme dönülüp
kağıda basılıyor ve on milyonlarca okura ulaşıyor.
Grinin Elli Tonu’nun
kadın kahramanı Anastasia (Ana) 21 yaşında bir edebiyat öğrencisi. Üniversiteyi
bitirip hayata atılmak üzere. Tam anlamıyla toy ve masum. Hiçbir hayat
tecrübesi yok. Çok güzel ve çekici bir kız olmasına rağmen erkeklerle kayda
değer bir ilişkisi olmamış cinsel deneyimi de acemice öpüşmelerden ileri gitmemiş.
Çevresinde ona ilgi duyan ve birlikte olmak istediklerini ifade eden gençler
var ama Ana hepsini çeşitli gerekçelerle reddediyor. Erkek kahraman Christian
Grey ise genç, yakışıklı ve başarılı bir iş adamı. Ana daha ilk
karşılaşmalarında, ev arkadaşının yerine okul gazetesi için röportaj yapmaya
gittiğinde Christian Grey’den etkileniyor. Bu etkilenmede adamın çok genç
yaşta, 27 yaşında kendi olanaklarıyla çok zengin olması önemli rol oynuyor. Ana,
daha binanın girişinden itibaren markalarıyla ifade edilen zenginlik ve
ihtişamın etkisine giriyor. Tabii baskı yaratan zenginlik Ana’yı biraz
korkutuyor da. Ana ilk karşılaşmada Christian’ın fiziksel özelliklerinden çok
etkilense de Fakir Kız-Zengin Erkek çelişkisi ile gelişen tüm roman ve
filmlerde olduğu gibi onu ukala ve kendini beğenmiş buluyor. Tamamen kadın
kahramanın bakış açısından yazılmış olsa da Christian’ın da Ana’nın
güzelliğinden ve masumiyetinden etkilendiğini anlıyoruz. Her dakikası binlerce
dolar değerinde olan bu büyük iş adamı bir okul dergisi için zamanını ayırmakla
kalmıyor, daha sonra hediyeler ve planlanmış tesadüflerle Ana’ya kur yapmaya
başlıyor. Ana her “fakir ama onurlu” genç kız gibi Christian’ın yaşam
tarzından, markalarıyla ifade edilen arabalarından, evinden, gittiği
restoranlardan kaldığı otellerin suitlerinden ve tabii pahalı ama ince
düşünülmüş hediyelerinden etkileniyor ama satın alındığını da düşünüyor. Ana’yı
düşüdürense adamın değişken ruh hali, bazen çok ince düşünceli olabilirken
bazen de kaba ve kırıcı olabiliyor. Kitabın adı da buradan Grey’in (grinin) 50
farklı ruh halinden yani 50 tonundan geliyor. Ama esas olarak kuşkucu, aşırı
kontrolcü ve ketum biri Grey. Dünya sinemasında ve romanlarda sıkça
rastladığımız, son örneğini Çağan Irmak’ın filminde gördüğümüz “Issız Adam”lardan.
Tıpkı onun gibi Grey’inde birçok ilginç özelliği ve niteliği yanında farklı
cinsel alışkanlıkları, kız arkadaşlarından kolay kabul edilemeyecek talepleri
var.
Ana ile birlikte Christian’ı tanıyoruz. Christian küçük
yaşta annesini kaybetmiş, varlıklı sayılabilecek bir aile tarafından evlat
edinilmiş, kendi çabasıyla zengin olmuş.
Cinselliği 14-15 yaşlarındayken kendinden yaşça büyük aile
dostu bir kadından öğrenmiş. “Sevişebileceğim, bekaretimi vereceğim tek erkek
bu” diye düşünürken Ana’yı derin kuşkulara salan da bu farklı cinsel talepler.
İlişkinin olgunlaşmaya başlayıp Ana’nın ilgisi iyice somutlaştığında “birlikte
olacaksak bu anlaşmayı imzalamalısın” diyerek sadomazo (SM) ilişkilerde görülen
bir sözleşmeyi önüne sürüyor Grey. Zaten baştan beri ikircikli olan Ana iyice
sersemliyor ama kaçmıyor. Kendi kendine açıkça ifade etmese de bu teklifi bir meydan
okuma gibi görüyor. Sözleşme üzerindeki pazarlıkları sürdürürken Christian’ı
hayallerindeki aşkı ve seks hayatını yaşayacağı adam haline getirmeye
çalışıyor. Christian da yakın ilgi, iyi seks, bol hediye ve lüks hayatla sözleşmeye
imza atmaya ikna etmeye çalışıyor Ana’yı. Bu arada Ana, için için SM
ilişkilerden hoşlandığını fark ediyor ve bu duyguyu bastırmaya çalışıyor.
Karşılıklı hamlelerle tavizler veriliyor, alınıyor.
“Elli Ton” bir üçleme ve Grinin
Elli Tonu bu üçlemenin ilk cildi. İlk cilt Türkçe çeviride 572 sayfa
tutmuş. İkinci cilt “Karanlığın Elli Tonu” 544, üçüncü cilt “Özgürlüğün Elli
tonu” 592 sayfa. Kadın ve erkeğin alttan alta iktidar mücadelesi verdikleri bir
aşk hikayesini 1700 sayfa sürdürmek hem yazar hem de okur için büyük maharet ve
övgüye değer. Yazar bunun çözümünü lafı uzatmakta ve bilinen tüm klişeleri tekrar
tekrar kullanmakta bulmuş. Romanın Brezilya dizilerindekine benzer yavaşlıkta
bir akışı var. Her konu defalarca tekrar ediliyor. Ana’nın Christian’la tanışıp
ilk kez sevişmesi için bile yaklaşık 170 sayfa okumanız gerekiyor. Bu arada
birçok buluşma, telefonlaşma ve nihayet romanın yayım tarihi olan 2011 için
biraz demode de olsa e-postalaşma yaşanıyor. Türün meraklıları ve sabırlı
okular için bile gereksiz bir uzunluk. Bu uzunluğu aşmanın yolu olarak erotik
sahneler giriyor araya. Öncelikle romanın erotik sahneler olamadan da aynı
mesajları verebileceğini belirtip “erotik mi porno mu?” tartışmasına değinmek
istiyorum. Kitabın Türkiye’deki yayıncısı Pegasus’un editörü Aycan Ak, “Evet,
kitapta pornografik öğeler çok fazla” diyor (Hürriyet Keyif, 09.09.2012). Doğal
olarak gazeteciler de Grinin Elli Tonu’nu
müstehcenlikten yargılayıp toplatan ilk ülke şanına (!) kavuşabilecek miyiz,
diye merak ediyor. “Erotik”, “soft porno”, “pornografik” tanımlamaları bu kitap
için çokça tartışılan terimler olmuş. Ama sonuçta ‘Anne pornosu’ gibi biraz da
aşağılayıcılık içeren ve istese de porno olamadığını bildiren bir tanımlamaya
varılmış. “Anne”liğin korumacı ve muhafazakar bakışına vurgu yapılıyor.
Türkiye’de bu ince ayrımlar yok ve “müstehcenlik” diye tanımı yoruma çok açık
bir kavram var. Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) “Genel Ahlaka Karşı Suçlar” başlıklı
bölümde değerlendiriliyor müstehcenlik. “Genel ahlak” ise son derece ucu açık
ve genellikle aşırı muhafazakar bir bakışla tanımlanan bir kavram. Kanunda
“genel ahlak”ın da “müstehcenlik”in de tanımı yok ama cezası var. TCK’nın 226.
maddesinin 2. fıkrasında “Müstehcen görüntü, yazı veya sözleri basın ve yayın
yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden kişi altı aydan üç yıla
kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır” deniyor.
Ama daha çok 1927 tarihli “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu” tercih
ediliyor suçlamalarda. Bu kanunun 6. maddesinde “Fikri, içtimai, ilmi ve bedii
kıymeti haiz olan eserler bu kanunun şumulünden hariçtir”denmesine rağmen
Palahniuk da Burroughs da “muzır” oldukları savıyla bu ünlü kanunla yargılandı.
Grinin Elli Tonu’nun kapağı tüm Dünya
dillerinde olduğu gibi erotik çağrışım yaratacak hiçbir nitelik içermese de, yayınevi
tedbir olsun diye kitabın arka kapağına “Yetişkin Okurlar İçin” ibaresini
koymuş olsa da sürekli kitabın “pornografik” olduğuna vurgu yapıldığından Grinin Elli Tonu’nu “muzır” ya da “müstehcen”
diye suçlayarak yargılayan ilk ülke olmamız büyük bir olasılık. Kişisel
görüşümü sorarsanız, Grinin Elli Tonu
yetişkinlerin rahatlıkla okuyabileceği benzerlerine sinema ve edebiyatta bolca
rastladığımız erotik soslu bir aşk romanı. Kitapları yargılama meraklılarına Montaigne’nin
sözünü de hatırlatmakta fayda var; “Kitaplar, ne kadar yasaklanırlarsa o kadar daha
çok satılıyor, o kadar daha fazla okunuyorlar”.04.10.2012