Pazartesi, Eylül 30, 2013
Harry Q. Davasının Ardındaki Gerçek
Joël Dicker “Harry Q. Davasının Ardındaki Gerçek”te otuz üç
yıl önce işlenmiş bir cinayetin ardındaki gerçekleri öğrenmeye çalışan bir genç
yazarın yaşadıklarını anlatıyor. Bir polisiye gibi gelişen roman imkansız bir
aşkı ve yayın dünyasının gerçeklerini de konu ediyor.
Marcus Goldman ilk romanı ile başarılı olmuş, ünü ve parayı
yakalamış genç bir yazardır. İkinci romanını yazamamanın sıkıntısını
çekmektedir. Bu sıkıntıyı aşmak umuduyla sakin bir sahil kasabasında yaşayan
ustası saydığı, ünlü yazar ve üniversite profesörü Harry Quebert’e gider. Bu
ziyaret sonrasında Harry Quebert cinayetle suçlanarak tutuklanacaktır.
Quebert, 1975 yılında 15 yaşındaki bir genç kızı öldürüp
gömmekle suçlanır. 33 yıl sonra Quebert’in villasının bahçesinde çalıların
altında tesadüfen bulunan mezarda kasabanın papazının kızı Nola Kellergan’ın
kemiklerinin yanında Harry Quebert’e ün sağlayan romanının orijinal metni
vardır. Herkes Quebert’in katil olduğu düşüncesindedir. Marcus Goldman, Harry
Quebert’in masum olduğuna inanır ve bu olayı aydınlatmaya karar verir.
Böylelikle hem gerçek katilin bulunmasını sağlayacak hem de olayı kaleme alarak
bir türlü üstesinden gelemediği yazamama sıkıntısını aşacaktır.
Joël Dicker, 1985 doğumlu İsviçreli bir genç yazar. İlk
romanını bastırabilmek için dört yıl uğraşmış ve ancak romanla bir ödül
kazandıktan sonra kitabı 2012’de bastırabilmiş. İlk romanını bastırmaya
uğraşırken “uzun ve soluk soluğa okunan bir Amerikan romanı” yazmaya karar
vermiş. Çocukluk yıllarında her yaz tatile gittikleri ABD’nin kuzeyini romanı
için mekan olarak seçmiş ve orada sekiz hafta kalmış. İki yıllık yoğun bir
yazma sürecinden sonra da roman ortaya çıkmış. “Harry Q. Davası'nın Ardındaki
Gerçek” (Ağustos 2013, çev. Mahmut Özışık, Can yay.) sadece Fransa’da 1
milyondan fazla satarak ve kısa sürede 35 dilde yayın hakları satılarak
yazarını ün ve paraya kavuşturmakla kalmamış önemli edebiyat ödüllerini de
kazanmış. Marcus Goldman’ın yazarlık macerası ile kahramanı Joël Dicker’in
yaşadıkları arasında benzerlikler var.
“Harry Q. Davası'nın Ardındaki Gerçek” üç sorunun cevabını
arayan üç ayrı koldan gelişiyor. “Nola Kellergan’ı kim öldürdü? 1975
yazında Aurora’da ne oldu? Ve nasıl başarılı ve çok satan bir roman
yazabilirim?” sorularının cevaplarının peşine düşüyor Marcus Goldman.
Kitabın Türkçe baskısının arka kapağında ve tanıtımlarında
olayların 1978’de geçtiği belirtilse de yıl 1975’dir. Harry Quebert 35 yaşında,
kitaplarını kendi parası ile bastıran tanınmamış bir yazardır. İyi bir roman
yazmak arzusuyla tüm biriktirdiği parayı verip rahatça yazabileceği
düşüncesiyle sessiz ve sakinliği ile ünlü Aurora’da okyanus kıyısında bir villa
tutar. Öğle yemeklerini yemek üzere gittiği lokantada cep harçlığını çıkartmak
için haftada bir gün çalışan 15 yaşındaki Nola Kellergan’la tanışır. Harry ile
Nola birbirlerine âşık olurlar. Harry aradaki büyük yaş farkı ve kızın çok genç
olması nedeniyle bir ilişkiye girmeye çekinir ve Nola’yı ayrılmaları için ikna
etmeye çalışır. Ama vaz geçiremez. Diğer yandan Nola’nın varlığı ve desteği ile
yazamama sorununu aşar ve tutkulu bir aşkı anlattığı romanını yazar. Bu roman
ona aradığı ünü ve parayı kazandıracaktır ama büyük aşkını da ebediyen
kaybedecektir. Romanın yazımı bittiğinde Nola gizemli bir biçimde kaybolmuştur.
33 yıl sonra, 2008’de Harry'nin villasının bahçesinde
gömülmüş bir iskelet bulunur. İskeletin Nola'ya ait olduğu anlaşılınca Harry
tutuklanır, en ünlü romanında bu küçük kızla ilişkisini anlattığı anlaşılır ve
kitapları satılmaz, okunmaz olur, yazar olarak gözden düşüp lanetlenir.
Marcus Goldman 2006’da, 28 yaşındayken yayınlanan ve 2
milyon satan ilk romanı ile maddi ve manevi açıdan başarıyı yakalamasının
yanında ABD’nin en tanınmış kişilerinden biri de olmuştur. Romanın yayınlandığı
ilk altı ayda ün ve başarının keyfini sürer. Bir yandan televizyonlarda, gazete
ve dergilerde röportajları yayınlanırken diğer yandan da eleştirmenler ona
övgüler yağdırmaktadır. Marcus roman dolayısıyla Dünya’nın en büyük yayınevlerinden
biriyle beş kitaplık bir anlaşma imzalamış ve yüklü bir avans almıştır. Aldığı
para ile New York’ta lüks bir daireye yerleşmiş, yazarlık faaliyeti için bir
büro tutup bir sekreter işe almıştır. En lüks lokantalarda yemek yiyip, en
pahalı markalardan giyinmekte, ünlü mankenlerle haberleri çıkmaktadır.
Menajeri ve yayıncısı yeni romanını yazması için
sıkıştırmaya başlar. Ününü sürdürmek için ilk romanı kadar başarılı yeni
kitaplar yazmalı ve hemen her yıl yeni bir kitap yayımlamalıdır. Aksi taktirde
okur kısa bir sürede onu unutacak, yeni yazarlara yönelecek ve bir daha
başarıyı yakalaması kolay olmayacaktır. Marcus bu uyarılara kulak asmasa da
ikinci altı ayda hızla unutulmakta olduğunu kavrar. Röportaj için arayan
yoktur, hayranlarından gelen mesajlar azalmıştır ve artık kimse yolunu çevirmemektedir.Tanıyanlar da
“yeni kitabınız ne zaman çıkacak?” diye sıkıştırmaktadır. Çeşitli denemeler
yapsa da bir türlü yeni romanıa başlayamaz. Bu arada yayıncısı eğer kitabını
zamanında yazamazsa yaklaşan başkanlık seçimleri ile gündemin değişeceğini ve
tamamen unutulacağını belirterek baskısını artırır. Hatta sözleşmeye uymazsa
tazminat davası açıp onu beş parasız bırakmakla tehdit eder.
Marcus yazamama korkusu ile boğuşurken ustası ve yakın dostu
Harry'nin tutuklandığı haberini alır. Yayıncısı Harry hakkında bir kitap
yazarsa dava açmak bir yana sözleşmeyi yenileyip onu paraya boğacağını
söyleyince zaten suçsuz olduğuna inandığı Harry’yi kurtarmak için çalışmaya
başlar. Kitabın arka kapağında belirtildiği gibi “Çok geçmeden, bu sakin sahil
kasabasının, hiç de göründüğü gibi tekin bir yer olmadığının farkına varan
Marcus, bu gizemli hikâyenin ardındaki korkunç dramın peşine düşer. Gerçek,
hayal gücü sınırsız bir yazarı bile şaşırtacak türdendir.” Nola cinayeti adeta
“kasabanın sırrı”dır. Marcus, soruşturmaya yürüten polis çavuşu ile birlikte
araştırmanın her aşamasında yeni ve çarpıcı bilgilere ulaşır ve katil zanlısı
her aşamada değişir.
Joël Dicker “Harry Q. Davası'nın Ardındaki Gerçek”de ileri
gidişlerle geri dönüşlerle bir yapı kurarken çoksatan bir romanda yer alması
gereken tüm unsurlara da yer vermiş. Aşk, gerilim, polisiye, dram ve yayıncılık
dünyasının sırları var romanda. Böylece çoksatmayı garantilemiş. Öte yandan bir cinayet romanında yer
alabilecek tüm klişeleri de kullanmış ve o klişeleri teker teker kırmış.
Polisiye sevenler için katilin kimliğinin kolayca bulunamadığı ve yapısı
nedeniyle merakla okunacak bir roman ortaya çıkartmış.
Edebi açıdan neden beğenildiği ve uluslararası ödüller
kazandığı ise soru işareti. Romanda edebi yön bulmaya kendinizi zorlarsanız Joël
Dicker’in tüm bu çoksatar ve polisiye unsurları postmodern denilebilecek bir
yapıda anlattığını tespit ediyorsunuz. 2008 yılı, Marcus’un gerçek katili
bulmaya çalışırken yaşadıkları, yayıncısı ile ilişkileri birinci katmanı
oluşturuyor. İkinci katmanda 1975 yılı yazında yaşananlar var. Üçüncü katmanda
da Harry Quebert’e ün kazandıran Lola’yla aşklarını anlattığı roman ve
Marcus’un yeni yazdığı romanın metinlerinden parçalar var. Bu çok katmanlı
yapının tek dezavantajı birçok olayın çeşitli metinler vesilesi ile iki-üç kez
tekrar edilmiş olması ki bu da yazarın çoksatanlar gibi “kalın bir kitap yazma”
ve çok telif alma arzusunu gerçekleştiriyor. Kitap 661 sayfa.
Romanda başta Nabokov ve Lolita’sı olmak üzere birçok
yazara, esere gönderme var. Harry sürekli “N-o-l-a” diye sayıklayıp sayfalar
dolduruyor. Eleştirmenler Marcus ve Harry’nin birlikte boks yaptıkları
bölümlerin Norman Mailer’e gönderme olduğunu, üniversite kampüsünde birlikte
yaşadıklarının ve Harry’nin genç yazar adayına öğütlerinin Philiph Roth’un “The Human
Stain”ini ve daha da çok Chad Harbach’ın “The Art of Fielding”ini
çağrıştırdığını belirtiyorlar.
“Harry Q. Davası'nın Ardındaki Gerçek” hem aşk ve gerilimle dokunmuş akıcı
bir çoksatar, hem değişik bir polisiye hem de bir yazarın yazarlık serüveni ve
yazmama korkusunu aşma çabasının öyküsü ile farklı boyutlarda okunabilecek bir
roman. 26.09.2013
Cuma, Eylül 27, 2013
Bienal’de Kamu olmak
13. İstanbul Bienali beş binada yapılıyor gibi görünse de
aslında İstanbul’un tüm çağdaş sanat ortamlarında gerçekleştiriliyor. Çünkü Bienal
sayesinde plastik sanatlar sezonu iki ay öne alınmış. Hem de çok iddialı
sergilerle...
Bienal’in mekânlarından Antrepo, Galata Rum Okulu, Salt
Beyoğlu ve ARTER’deki gezimde sergilenen iş’lerin kavramsal çerçeve ile ne
kadar uyuştuğu kadar “Bienal’e katılan 15’i Türkiye’den 88 sanatçı Gezi Parkı
Direnişçileri kadar bu sorgulamada başarılı olabildiler mi” sorusuna da cevap
aradım. Direnişin aslı ile sanatsal olarak nasıl algılandığını karşılaştırdım. Halil
Altındere’nin Sulukule’nin kentsel dönüştürülmesine Rap müzikle karşı çıktığı “Harikalar
Diyarı” klibi, Diego Bianchi’nin Gezi’yi Salt’ta adeta yeniden canlandırdığı “Ya
Pazar Ya Ölüm”ü, Cristoph Schafer’in katledilen Yedikule Bostanları’na da
gönderme yapan iş’i ilk dikkatimi çekenler. Bazı iş’lerden çok daha ilginçleri
Gezi Direnişi’nde yapılmıştı. Bazı işler de yapılma tarihleri gözönüne alınırsa
Gezi’ye örnek olmuş ya da gençler de çağdaş sanatçılarla aynı şeyi akıl
edebiliyor.
Lale Müldür’den alınan başlık nedeniyle şiirle bağ kurulduğu
söylense de bunu çok az iş’te görebildim. Lale Müldür’ün Kaan Karacehennem ve
Franz von Bodelschwing’le yaptığı videosu “Azılı Yeşil”in neden tamamının
gösterilmediğini merak ediyorum. Bienal’deki iş’lerde şiir değil kamusal alan
sorgulaması ağır basmış. Sanatçılar olayların izinden gitmiş, yansıtıcı olarak
kalmışlar. Genellikle sanat yaşamı izlemiş.
Sayılarının çokluğu ile dikkati çeken video performansları
sergi salonlarının sınırlayıcılığında doğru kavranmak bir yana tam olarak
izlenemiyorlar. İnternet bir kamusal alan olarak değerlendirilebilir, videolar izlemeye
ve yoruma açılabilirdi. Bazı işlerin asıllarının değil de videolarının
getirilmiş olması da hayal kırıklığı yaratıyor. Bazı işler de “daha önce
görmüştüm” diye düşündürüyor. Yapılan seçim öncüyü değil de ortalamayı mı
yansıtıyor sorusu akla geliyor.
Antrepo’daki “üç meydan”lı düzenleme bana klasik geldi,
kentsel kamusal alan çağrışımı yapmadı. ARTER ve Salt Beyoğlu kolay girilen,
ayakaltında yapılar. Beyoğlu’ndaki mekânlar çok kalabalıktı. Galata Rum Okulu
harika bir yer. İnci Eviner’in “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt”ü bildirilenden 1,5 saat sonra
bile açılmadığı için ancak balkondan bakabildim ve Rum okulunun tek salonu boşa
harcanmış duygusuna kapıldım.
Bienal’e seçilen sanatçılar dijital gelişmeleri en az yirmi
yıl geriden izliyor. Videoların çoğu belgesel veya kısa film tadında. Niye bir
kısa film festivalinde değiller de Bienal’deler? İnternetin getirdiği olanaklar
değerlendirilmemiş, izleyicinin etkin olarak katılabileceği ya da sosyal
medyadan yararlanan iş’ler görmedim.
Bienal dışında seksenden fazla sergi varmış ve bazıları
Bienal’in kavramsal çerçevesi ile ilişki kuran işlerden oluşuyormuş. En heyecan
yaratanı Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Anish Kapoor sergisi. Gülsün
Karamustafa’nın Salt’taki “Vadedilmiş bir Sergi”si, İstanbul Modern’deki Erol
Akyavaş retrospektifi, erkenden ölmeseydi ne işler yapardı dediğim Şahin Kaygun’un
Elipsis Galeri’deki fotoğrafları, her zaman tartışma yaratmayı bilen Şükran
Moral’in Valie Export ile Galeri Zilberman’daki “Çaresizlik ve Kefaret”i, Ali
Kazma’nın kütüphane, kitabevi ve matbalarda çektiği fotoğraflardan oluşturduğu
Galeri Nev’deki “Kitap”ı da görmek istediğim sergiler.
25.09.2013
Pazartesi, Eylül 23, 2013
1980 Sonrası Türkiye’de Popüler Roman
Veli Uğur “1980 Sonrası Türkiye’de Popüler Roman”da son otuz
yıldır okuların ilgisiyle gelişen, çoğalan, çoksatanlar listelerini oluşturan
popüler romanları inceliyor, akademik açıdan sınıflandırıp eleştirel gözle
değerlendiriyor.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi yayıncılık dünyası için
Türkiye’de yeni bir başlangıç oldu. Askeri darbe ile siyasi ya da kültürel
misyonla yayıncılık yapan yayınevlerinin ve Anadolu’daki kitapçıların
birçoğunun kapanması ile yayıncılığımız adeta sıfırlanmış ve yeniden kurulmak
durumunda kalmıştı. Günümüzde etkin olarak faaliyet gösteren yayınevlerinin
neredeyse tamamı 80 sonrası kurulmuştur. 80 öncesinden gelen çok az yayıncı
vardır. 80 sonrası yayıncılar siyasi ya da kültürel misyonlu bir destek almadıkları
için ticari olarak kendi ayakları üzerinde durmak zorundaydılar. Kitap üretimi
hem sayıca arttı hem de çeşitlendi. “Çoksatan” kavramı keşfedildi. Bu da doğal
olarak yayınevlerinin popüler romanlara yönelmelerini gerektirdi.
Veli Uğur’un da belirttiği gibi aslında ilk Türkçe romanın
yazıldığı 1800’lerden başlayarak “popüler” başlığı altında incelenebilecek
birçok roman yazılmış. Bunların bir bölümünün batı’da yazılan romanlara
öykünerek hatta taklit ederek ya da birebir kopyalayarak yazıldıklarını
söylesek de özgün ve çoksatan yapıtlar da olmuş. Ama sayıları pek fazla değil.
Romanın ülkemiz için yeni bir tür olduğu ve yine 80’lere dek yıllık roman
üretiminin 40-50 civarında gerçekleştiği gözönüne alınırsa bu durum şaşırtıcı
değil.
Veli Uğur, akademisyenlerin popüler kültürü ve romanı
incelemekte oldukça geç kaldıklarını ve yapılan incelemelerin sayısının da bu
nedenle az olduğunu belirtiyor. Geç kalmanın yanında, Adorno daha 1940’larda
tanımını yapmış olsa da akademik dünya kültür endüstrisini ve ürünlerini
anlamakta ve yorumlamakta da geriden geliyor. Yapılan tanımlamalar da, sınıflandırmalar
da eskimiş ya da varolanı karşılamaz nitelikte görünüyor. Hele bu sınıflandırmaları
günümüz popüler romanlarına uygulamaya kalktığımızda daha büyük bir kuşkuya
düşüyoruz.
Veli Uğur “1980 Sonrası Türkiye’de Popüler Roman”da (Temmuz
2013, Koç Üniversitesi yay.) arka kapağa da alıntılanan şu tanımlamayı yapıyor:
“Popüler romanların en belirgin özellikleri seri üretilmeleri, belirli
formüllere, basmakalıp kahramanlara ve olaylara dayanmalarıdır. Söz konusu
eserler, yüzeysel bakıldığında dünyayı sorgulamak yerine olduğu gibi kabullenip
iyi ve kötü, siyah ve beyaz arasında bölünmüş basit bir yapı olarak tanımlayan,
dünyevi problemleri basitleştiren, okuyucuyu da buna yönlendiren eserlerdir.
Yaygın olarak tüketilen popüler romanlar en çok edebiyatı sorgulama ve
eleştirme işlevlerinden soyutladığı, seri üretimden kaynaklı maddi kazancı öne
çıkardığı iddialarıyla eleştirilir.”
Veli Uğur, popüler romanları aşk romanları, hidayet romanları, bilimkurgu romanları, polisiyeler, casus romanları, fantastik romanlar, korku romanları, siyasal kurgular, tarih romanları olarak sınıflandırmış. Uğur’un 80 sonrasından ele aldığı ilk tür aşk romanları. Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok”undan başlayarak bölümde ele alınmayan ya da alınan çoğu romanın bu tanıma uymadığını görüyoruz. Türkiye’de ABD’de olduğu gibi Beyaz Dizi romanları yazılıp pembe dünyalar kurulmuyor, aksine Asena örneğinde olduğu gibi kadının kimliğine sahip çıkmasını, özgürlüğünü savunan, kadını feminizme çağıran eserler yazılıyor. Çünkü kadın okurun çözüm bekleyen sorunları var ve romanlarda da onları arıyor.
Veli Uğur, popüler romanları aşk romanları, hidayet romanları, bilimkurgu romanları, polisiyeler, casus romanları, fantastik romanlar, korku romanları, siyasal kurgular, tarih romanları olarak sınıflandırmış. Uğur’un 80 sonrasından ele aldığı ilk tür aşk romanları. Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok”undan başlayarak bölümde ele alınmayan ya da alınan çoğu romanın bu tanıma uymadığını görüyoruz. Türkiye’de ABD’de olduğu gibi Beyaz Dizi romanları yazılıp pembe dünyalar kurulmuyor, aksine Asena örneğinde olduğu gibi kadının kimliğine sahip çıkmasını, özgürlüğünü savunan, kadını feminizme çağıran eserler yazılıyor. Çünkü kadın okurun çözüm bekleyen sorunları var ve romanlarda da onları arıyor.
Örneğin Uğur’un “hidayet romanları” dediği inanç temelli
romanlar “belirli formüllere, basmakalıp kahramanlara ve olaylara dayan”an
eserler gibi görünseler de “sorgulama ve eleştirme işlevlerinden soyutla”nmak
bir yana başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin temellerini oluşturan
prensipleri tartışmaya açtıklarını ve kendi dini inançlarına göre bir yaşam
biçimi önerdiklerini görmemek elde değil. En tipik örnek Şule Yüksel Şenler’in
dindar kadınların giyimini etkileyip çarşaftan türbana evrimleşmesini sağlayan “Huzur
Sokağı”dır. Aynı şekilde Uğur’un “siyasal kurgular” başlığı altında ele aldığı
“Metal Fırtına” gibi romanlar da siyasi bakış açıları nedeniyle taraflı ve son
derece tartışmalı eserlerdir ki Uğur da bunun farkında ve ilgili bölümde sözünü
ediyor.
Tanımlamalar açısından sorunlu alanlardan biri de
polisiyeler. “Seri üretilmeleri, belirli formüllere, basmakalıp kahramanlara ve
olaylara dayanmaları” ile Osman Aysu’nun romanları Veli Uğur’un tanımlamalarına
uysa bile Aysu’nun “dünyayı sorgulamak yerine olduğu gibi kabullen”diğini
söylemek pek mümkün görünmüyor. Hele Ahmet Ümit ya da Celil Oker gibi türün
önde gelen yazarlarının eserlerinde seri üretim, belirli formül, basma kalıp
kahraman ve olaylardan söz etmemiz mümkün değil. Ümit de, Oker de, daha birçok
yeni nesil polisiye yazarı da Türkiye’nin önemli meselelerini cesurca ele
alıyor ve derinlemesine tartışmaya açıyor. Zaten dünyada da polisiye romanda
genel eğilim bu yönde, basma kalıba, sıradana, klişeye yer yok. Aklımıza gelen
gelmeyen her sorun derinlemesine yazılıyor, tartışılıyor.
Veli Uğur yaptığı kategorileştirmeye uygun eserler seçmeye
çalışmış ama bazı yerlerde bu seçim uygun olmamış. Pınar Kür ve İsmail Güzelsoy’un
polisiye içerikli romanları popüler romanı mı yoksa edebi eserin içinde
polisiyenin kullanılmasını mı örnekler? Hem satış hem de içerikleri açısından
popüler roman tanımlamalarına sokulamayacak edebi değerlerde oldukları ise açık.
Öte yandan 2000’li yıllarda popüler olan, çok satan
romanlara baktığımızda da önemli eksiklikler görülüyor. Tarihi roman
dediğinizde İskender Pala’nın romanlarını, hele Turgut Özakman’ın Türkiye’de en
çok satmış kitap olan “Şu Çılgın Türkler”ini ele almazsanız eksik kalırsınız. Tarihin
siyasallaştırılıp yeniden yazılması popüler romanın apolitikken politik hale
gelmesi sanırım en iyi Özakman’ın romanı üzerinden tartışılabilirdi.
Okur gözünde şu anda çok satanlar listesinde hangi romanlar
varsa onlar popülerdir. Zülfü Livaneli, Elif Şafak, Ayşe Kulin, Buket Uzuner
gibi onlarca yazarın romanlarını Uğur’un sınıflandırmaları içinde bir yere
koyamıyorsunuz.
Kültür endüstrisi “popüler romanla” ilgili eleştirileri iyi
bildiği için popüler olanla edebi olanı birleştirme çabası içine girdi. Okura
satın aldığı kitabın hem zevkle vakit geçirebileceği hem de sahip olmakla gurur
duyacağı ürünler olduğu inancı aşılayarak popüler ürünün değerini artırdı.
Edebiyat eseri çoksatar romana dönüştürüldü. Diğer yandan da her tür okura aynı
anda, tek bir romanla hitap edebilmek için popüler kavramını oluşturan türlerin
bileşiminden “bestseller” türü yaratıldı. Artık birçok kitabı kolayca
kategorize edemiyoruz.
Veli Uğur, üniversite öğrencileri arasında kendi
gözlemlerine dayanarak okurun ince kitaplar talep ettiğini söylüyor (s.315) ama
popüler romanlar gittikçe kalınlaşıyor. Popüler romanların kalınlaşmasının
nedenini yayın dünyasını izleyenler de merak ediyor. “Kalın roman” yayıncının
bir defada daha çok para kazanması, yazarın daha fazla telif alması demek
olabileceği gibi bir okur tercihi de olabilir. Talep olmadan arz olmaz. Okurun
böyle bir talebi yoksa ne kadar uğraşsanız da arz ettiğiniz kitabı satamazsınız.
Fatih Acer’in Bursa’da 9 ayrı okulda popüler roman okuyan 421 genç arasında
yaptığı araştırma popüler roman okuru ile ilgili ilginç veriler veriyor. Ankete
katılanların %41’i 401 ve üzeri, %39’u 301-400 sayfa arasındaki romanları
okuyor. %36.8’i 1-3 gün içinde, %33.3’ü bir haftada bir kitap okuyor. “Bir
romanı seçerken neye dikkat edersiniz?” sorusuna verilen cevaplar şöyle: 326
okur “sürükleyici olmasına” demiş, beni yansıtması 43, tavsiye edilmesi 16,
herkesin okuması 16, çok satıyor olması 11, sayfa sayısının azlığı 9. Popüler
bir romanı satın almada ise arkadaş tavsiyesi %31.6, çok satanlar listesinde
olması %21,4, takip ettiği bir yazarın kitabı olması %16,9, reklamların etkisi
%6,2 (turkishstudies.net/Makaleler/1398366249_01AcerFatih-edb-1-23.pdf).
Veli Uğur “1980 Sonrası Türkiye’de Popüler Roman”dası hem bu
tür tartışmalara yol açmasıyla hem de esas olarak popüler roman dediğimizde ne
anlamamız, hangi romanların hangi türe girebileceğini genel olarak görmemiz
açısından kaynak bir eser.
19.09.2013
Çarşamba, Eylül 18, 2013
Anne Ben İnsan mıyım?
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) düzenlediği Bienal 13. kez yapılıyor. İlk Bienal “1. İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri” adıyla 1987’de düzenlenmiş. Ben de gitmişim.
İstanbullu olmanın en önemli niteliklerinden biri bütün
Dünya’yı heyecanlandıracak bir etkinlik yapılırken yanından geçip gitmektir.
İstanbullunun ya zamanı yoktur ya kıymetini bilmez ya da sonra giderim diye
düşünür. Bir süredir “Bienal”ler de benim için öyle olmuştu.
Bu seferki Bienal ise daha Şubatta duyurulduğundan beri görme
arzusu uyandırdı. Bienal’in başlığı “Anne Ben Barbar mıyım?”ı bir şairin, Lale
Müldür’ün kitabından alıyordu. Bienalin küratörü Fulya Erdemci’yi hazırladığı
cesur sergilerle, Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu gibi çalışmalarıyla
biliyordum. “13. İstanbul Bienali’nin “siyasi bir forum olarak kamusal alan”
fikrine odaklanacak olması da çağırıcıydı. “Ben Kentli-Vatandaş Değil miyim?”,
"Sürekli Yoksullaşan Bir Dünyada 'Zengin' Olmak Nasıl Mümkün?",
"İstanbul Hazır Hedef 2023", “Bir Savaş Meydanı Olarak Kamusal Alan:
Çatışma mı, Uzlaşma mı?” gibi çarpıcı sorular soruluyordu. Bu sorulara çağdaş
sanatçıların verecekleri cevaplar belki de sanat zevki almanın yanında
İstanbul’u daha iyi anlamakta da ufuk açıcı olacaktı.
Sonra, “İstanbul'un
Katline Bienal Desteği... İstanbul Katlediliyor... İstanbul Uluslararası
Sermayelere Pazarlanıyor... Tüm Bienal Sanatçıları, Tasarımcılar, Küratörler,
Düşünürler Oyuna Gelmeyin, Oyuna Alet Olmayın...” diyen bir bildiri okudum. “Kamusal
Direniş Platformu” adlı protestocular bildiri ile kalmamış, martta İTÜ Maçka
Kampüsü’nde yapılan “Kamuya Hitap Etmek” adlı etkinlikte sahneye fırlayıp “Anne
Ben İnsan mıyım?” sloganını sahnede bir pankarta yazmış, protesto bildirilerini
okumuş, seyirciler arasındaki beyaz tişörtlü bir grup yanyana durup bir metni
okumaya başlamıştı. Sırtlarındaki harfleri birleştirdiğinizde “Barbarları
Beklerken” yazısı okunuyordu, okudukları da Kavafis’in aynı adlı şiiriydi.

10 Mayıs’ta The Marmara Oteli’ndeki “Kamusal Sermaye” adlı sunumda kentsel dönüşüme uğratılan semtlerin adlarını taşıyan beyaz tişörtler giymiş eylemciler sırayla konuşmacıların oturduğu masanın önüne çıkıyor, İKSV’nin ve sponsorların logosunu taşıyan bezlere sarınıp sessizce yatıyor, güvenlik görevlileri de eylemcileri karga tulumba salonun dışına çıkartıyordu. Protesto eylemi olduğunu bilmeseniz bir performans izliyorum sanabilirdiniz.
Protestolarla ilgili tartışmaları sanat sayfalarında izledik.
Suçlamalar, işi kişisele dökmeler, karakol, davalaşmalar... Tam Türk tipi bir
polemik. Bienal’e dikkat çekmek isteniyorsa başarılmıştı. Bu sırada Bienal’in
nerelerde yapılacağı, hangi kamusal alanların, meydanların kullanılacağı,
restore edilen AKM’de gerçekleştirilecek sergi haberleri gelmeye başladı.
Gezi Parkı Direnişi ile ise “hiçbir şey eskisi gibi
kalmadı”. Gezi’de kamusal alanda yapılabilecek tüm performanslar sergilendi.
Devlet de kamusal alanı kamuya kapattı. Bienal programını değiştirmek durumunda
kaldı. AKM’den, meydanlardan vazgeçildi. Beş binada sergilerin
gerçekleştirilmesine karar verildi. Ve kamuyu en etkili şekilde çağıracak haber
verildi: Bienal bu yıl ücretsiz!
13. İstanbul Bienali 14 Eylül – 20 Ekim tarihleri arasında
gerçekleştirilecek. Bu cezbedici tanıtım, bu kadar polemik ve “giriş ücretsiz!”
denmesinden sonra gitmemek olmaz.
18.09.2013