Cuma, Kasım 27, 2015
“Senin İsmin Türkiye Kadar Güzel”
Azer Yaran 10 yıl önce 2 Ekim 2005 Pazar sabahı uzun süredir
tedavi gördüğü kansere yenik düşmüş, ölmüş. Hayattayken onu yalnız bırakmayan
Ordulu dostları aramızdan ayrılışının 10. yılında şair ağabeylerini “Kıyısına
Sığınan Deniz Azer Yaran” kitabı ile anıyor.
Azer Yaran 70 Kuşağı
şairlerinden. İlk şiirleri 1976 yılında Cemal Süreya’nın yönetimindeki Türkiye
Yazıları ve Oluşum dergilerinde yayımlanmış. İlk şiir kitabı “Mayıs” 1979’da
Türkiye Yazıları yayınlarından çıkmış.
70’li yılların sonu, 80’lerin başında Ankara dergicilikte
öndeydi. Türk Dili zaten onlarca yıldır yayımlanıyordu. Oluşum, Yeni İnsan,
Yazı, Yusufçuk, Sesimiz, daha sonra Yarın, Bilim Sanat, Tan, Yapıt hemen aklıma
gelen dergiler. Dergi yayıncılığınını olduğu yerde edebiyat hayatı canlıdır.
70’lerin 80’lerin birçok önemli şairi ilk yapıtlarını bu dergilerde
yayımladılar. Türkiye Yazıları dönemin önemli dergilerindendi. Cemal Süreya
birkaç sayı yönettikten sonra ayrılınca Ahmet Say yönetiminde atak ve yenilikçi
bir döneme girdi. Toplumcu Gerçekçi çizgide yer aldı. Genç şairlere kapılarını
açmakla kalmadı onların ilk kitaplarının yayıncısı da oldu. Ahmet Telli,
Gültekin Emre, Ali Cengizkan ve Azer Yaran gibi dönemin genç şairlerinin ilk
kitapları yayımlandı.
Azer Yaran’ın ilk şiir kitabı “Mayıs” toplumcu gerçekçi
çizginin özelliklerini içinde taşısa da şairinin farklılığının işaretlerini de
verir. Azer Yaran da Türkiye Yazıları’ndan yetişen diğer şair arkadaşları gibi zamanla
kendi şiirini kurar, toplumcu gerçekçi çizgiden uzaklaşır. Bu değişimi
“Başlangıçta toplumsal ve bireysel gerçekçilik, daha sonra ‘öte-gerçekçilik’ ya
da ‘aşkın gerçekçilik’ çizgisinde ürünler verdim, diye açıklar. İkinci şiir
kitabını yayımlamak için 17 yıl beklemesinin nedeni şiirinde yaşadığı bu
değişim midir?
“Kıyısına Sığınan Deniz Azer Yaran” (Ekim 2015, Kumdan
Yazılar Kit.) kitabında yer alan İrfan Yıldız’la yaptığı söyleşisinde şiirinin
nasıl bir dönüşüm geçirdiğini açık yürekle anlatıyor. 80’li yıllarda şiirden
kopmadığını ama bu şiirleri yayımlatmadığını söylüyor. Değişimi içselleştirmiş,
olgunlaştırmış ve ancak “oldu” dedikten sonra şiirlerini kitaplaştırmış. İki
yıl arayla yayımlanan “Burada Günışığı Türk” (Gibi Yayınları, 1996), ve “Deniz
ve Ten” (Öteki Yayınevi, 1998) kendi sesini bulduğu şiirlerin toplamı ona göre.
Yücel Kayıran kitaba da alınan yazısında Azer Yaran’ın “Giz Menekşesi” (2004,
Yapı Kredi yay.) adlı toplu şiirler kitabına Mayıs’tan bazı şiirleri almadığını
ve kitabın ilk baskısında yer almayan bazı şiirleri de eklediğini belirtiyor.
Bir anlamda şair 2004’de, yani yaklaşık 30 yıl sonra ilk dönemiyle, ilk
kitabıyla ve tabii o dönemdeki şiir anlayışı ile bir hesaplaşmaya giriyor,
ustalık çağının anlayışı ile çıraklık dönemini tekrar yapılandırıyor. Yine
toplu şiirlerdeki “Günışığının Kıyısında”da ilk kitap sonrası kitaplaşmadan
kalan şiirler ve “Sonyaz Bildirisi”nde de 1998 sonrası yazdığı dergilerde
yayımlanmış ya da hiç yayımlanmamış şiirleri yer alıyor. Bir anlamda Azer Yaran
“Giz Menekşesi” ile şiirine son halini vermiş, yapıtını tamamlamış oluyor.
Tabii ki 80’lerde şiirden uzaklaşmış gibi görünmesinde
Türkiye’nin yaşadığı askeri darbe döneminin topluma yaşattığı acıların yanı
sıra tek tek kişilere ödettiği bedeller de var. Azer Yaran’ın da yaşamı 80
Darbesi ile tamamen değişiyor. Azer Yaran 1972 yılında Ankara’da Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiş. 1970’de TRT’nin düzenlediği ses ve yetenek sınavlarından
geçerek çoksesli topluluğunda bas ses olarak şarkı söylemeye başlamış. 1974’te TRT muhabiri olmuş, dış yayınlar muhabiri olarak
çalışmış. 1980 Darbesi ile TRT’de
çalışan birçok memur gibi görevinden alınıp Sivas’a sürülmüş. Bunun üzerine
1982’de memuriyetten ayrılmış. Reklamcılık, ansiklopedi yazarlığı, basın kuruluşlarında
çevirmenlik yapmış. Ama bu işleri sevmemiş. 70’li yılların ikinci yarısından
başlayarak esas işinin ve şairliğinin yanısıra Rusça’dan önce bilimsel kitaplar
sonra şiir çevirileri yapmış. Şiir yayımlatmadığı dönemde de yoğun bir şekilde
Rus Şiiri’nin ustalarından şiir çevirilerinin kitaplaştığını görüyoruz. Çeviri
kitapları arasında Yesenin, Ahmatova, Blok, Pasternak, Lermontov, Puşkin, Gennadi
Aygi, Mayakovski gibi çok önemli şairler var. Puşkin’in lirik romanı “Yevgeni
Onegin” de Azer Yaran’ın yayımlanan son çevirisi (2003, YKY).
Ordulu şair dostu Gökhan Akçiçek “Kıyısına Sığınan Deniz Azer
Yaran”ı dört bölüm halinde yayına hazırlamış. İlk bölümde “Azer Yaran Kitabı
İçin Kaleme Alınanlar” başlığı altında Hüseyin Peker, Hüseyin Avni Cinozoğlu,
Hayati Baki, Gün Zileli gibi şairlerin ve dostlarının yazıları var. Yazılarda
esas olarak Azer Yaran’la dostluklar, anılar anlatılıyor, bu vesile ile şairin
entelektüel yapısı, şiiri hakkında görüşleri iletildiği gibi, son döneminde köyünde
nasıl bir yaşam sürdürdüğü de anlatılıyor. Azer Yaran’ı Ordulu dostları sık sık
ziyaret etmiş. O da Ünye’ye, Fatsa’ya ya da Ordu’ya gidişlerinde onların
kapısını çalmış. Yani tam bir inziva yaşamamış.
İkinci bölümde Azer Yaran’ın ölümünden sonra yazılarnlar yer
alıyor. Bu yazılar da ilk bölümdeki yapıda, dostluklar ekseninide yazılmış.
Halim Şafak, Mehmet Can Doğan ve Yücel Kayıran’ın yazıları ise Yaran’ın şiirine
yoğunlaşmaları ile dikkati çekiyor. Üçüncü bölümde Azer Yaran’la söyleşiler yer
alıyor. İrfan Yıldız’ın yaptığı söyleşiler Azer Yaran’ın şiirini anlamak
açısından önemli veriler içeriyor. İlgi ve dikkatle tekrar okudum. Son bölümde
de Azer Yaran’a adanan şiirler var. Kitapta ayrıca Azer Yaran’ın fotoğrafları
ve tüm telif ve çeviri kitaplarının kapakları da yer alıyor. Bence tek eksik
Azer Yaran yaşarken hakkında yazılanlar. Onlardan da bir derleme yapılsaymış
kitap dört dörtlük olurmuş.
“Kıyısına Sığınan Deniz Azer Yaran” değerli bir şairi
yakından tanımak, şiirini anlamak için yapılmış iyi bir çalışma, iyi bir anma
kitabı. Başta Gökhan Akçiçek olmak üzere emek veren tüm Ordulu şair dostlarını
bu kitap ve vefakârlıkları için kutluyorum. (Kitabı edinmek isteyenler kumdanyazilar@hotmail.com adresine
yazabilir.)
Etiketler: Azer Yaran
Perşembe, Kasım 26, 2015
Edebiyat Ödülleri Ne İşe Yarar?
En çok eleştirilen kurumlardan biri, belki de ilki edebiyat
ödülleri. Ödüller, kimin adına, kimler tarafından, kime verildiğine bakılarak
değerlendirilir, önemsenir ya da ciddiye alınmaz ama her şartta hakkında
konuşulur. Hele sosyal medya çağında bol bol spekülasyonu yapılır. Hemen her
zaman da ödülü kazanan eleştirilerin asıl hedefi olur. Hak etmediği düşünülür,
jürinin haksızlık yaptığına inanılır, ödül kararının ardında kötü niyet aranır.
Bu Nobel Edebiyat Ödülü için geçerli olduğu kadar ülkemizin güzide bir
kasabasında hiçbir eseri yayımlanmamış kişilere verilen anma amaçlı bir ödül
için de geçerlidir.
İnternette “Türkiye’de edebiyat ödülleri” diye arama
yaptığınızda Taylan Kara’nın “Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir?”
yazısı çıkıyor. Taylan Kara genel hissiyatı iyi özetlemiş. “1. Türkiye’de
edebiyat ödülleri birkaç kişinin kişisel kontrolü altındadır. 2. Ödül
jürilerinin büyük çoğunluğu hep aynı insanlardan oluşmaktadır. 3. Ödül
jürilerinin çoğu yarışmacıların eserlerini okumamaktadır. 4. Ödül vermede,
edebiyat dışı ölçütler kullanılmaktadır. 5. Verilen bazı ödüllerden, ödül
jürisi dahi haberdar değildir” (bkz. gunzileli.com/2014/06/30/taylan-karaturkiyede-edebiyat-odulleri-nasil-verilir/#ixzz3sEaXWCZd
). Sonuç olarak da bir “ödül oligarşi”sinin var olduğu, bu oligarşinin Türk
edebiyatını vasatlaştırdığını söylüyor. Kara’nın yazısına koltukname.com’da iki
yıldır yayımlanan araştırmalar kaynaklık ediyor. Türkiye’de 23-25 ödül
verildiği ve bu ödüllerde 115 jüri üyesi bulunduğunu, jürilerde birden fazla
kez üyelik yapanların oranının % 31 olduğu belirtiliyor. Hem ödüllerin hem de
jüri üyelerini tek tek isimleri de veriliyor. Yararlı bir çalışma ama ödül
sayısının 25’den fazla olduğunu biliyorsanız, eksik. Etkili ve üzerinde
konuşulabilecek ödüller söz konusu ise de bu sayı çok fazla.
Edebiyat ödülleri ile ilgili eleştirilerde kanıt ve veri
olmadan iddiada bulunmak, söylentilere dayanarak yargıya varmak gibi önemli sorunlar
var. Temel soru; edebiyat ödülleri yeni yazarlar mı yaratıyor yoksa var olan
durumu mu yansıtıyor? Eğer ödül yıl içinde yayımlanmış bir esere veriliyorsa
var olan durumu yansıtır, yani yeni bir şey
yaratamaz. Üstelik Türkiye’deki neredeyse tüm edebiyat ödülleri adaylar arasından
seçilen bir esere verildiği için jürinin edebiyat dünyasını belirlediği tezi de
çok abartılıdır. Bu ödüllerin “haksız” bir şekilde verildiğini düşünüyorsanız
katılmazsınız. Katılım olmayan edebiyat ödülü de zamanla işlevini kaybeder ve
biter. Edebiyat tarihimizde böyle yok olmuş çok edebiyat ödülü vardır.
Yayınlanmış esere verilen ödüllerin en önemlilerinden biri
Sait Faik Hikaye Armağanı. “İnsanlar İçinde Bir İnsan (Sait Faik Hikâye Armağan
Antolojisi (1955-2007)” adlı Nursel Duruel’in hazırladığı, Yapı Kredi
Yayınları’dan yayımlanmış bir antolojisi var. 1955’de ödülü paylaşan Haldun
Taner ve Sabahattin Kudret Aksal’la başlıyor, 2007’de ödülü alan Selma Fındıklı
ile son buluyor. Eleştirilen jüri sistemi ve kazananların nitelikleri açısından
ödül tartışmaları için önemli bir belge.
Yayımlanmamış eseri değerlendirenler kast ediliyorsa, bu tür
çok az edebiyat ödülü var. Bunların ilk akla geleni de “Yaşar Nabi Nayır
Gençlik Ödülleri”. 25 yıldır şiir ve öyküde yayımlanmamış dosyaya veriliyor. 25.
yıl dolayısıyla Varlık Yayınları bir antoloji yayımlamış. Enver Ercan’ın
önsözüne göre Cevdet Kudret, Melih Cevdet Anday, Nezihe Meriç, Leyla Erbil gibi
isimler jüride yer almış. Jüri üyeleri sık sık değişmiş. Jürilerde çok yer
aldığı için eleştirilen Doğan Hızlan da diğer adlar da mevcut jürisinde yer
almıyor. Mehmet Erte’nin hazırladığı antolojiye baktığınızda ödül
genellemelerin aksine ve amacına uygun olarak yeni şair ve öykücüleri edebiyata
kazandırmış. Ödülü kazananların büyük bir bölümü önemsediğimiz, yazdıklarını
merakla okuduğumuz isimler. Antoloji de bunun somut kanıtı olarak duruyor.
25.11.2015
Pazartesi, Kasım 23, 2015
"Hayat bu, her şey olur"
Tarık Tufan ilk romanı “Şanzelize Düğün Salonu”nda annesinin
ölümü ile sarsılan, ilk aşkın heyecanı ile huzuru ve mutluluğu bulacağını sanan
genç bir adamın yaşamını belirleyecek önemli kararlar arifesinde yaşadıklarını
anlatıyor.
Roman arka kapağa da alıntılanan "Şeyh babamın
vefatından hemen sonra, yeni şeyhin kim olacağını görebilmek için rüyayı
bekleyen dervişler, rüyalarında aynı gece, aynı kişiyi görüp vaziyetin
mahiyetini anlayabilmek için sabahın erken saatlerinde kapımı çaldıklarında,
gece boyunca vücudumun her zerresine sirayet etmiş şarabın etkisinden henüz
kurtulamamıştım" cümlesi ile başlıyor. Romanın ana kahramanının bir şeyh
adayı olarak yaşadığı hayatı üniversitede Eda ile karşılaşması ile tamamen
yörüngesinden çıkıyor.
Romanın iki ana ekseni varmış gibi görünüyor bu aşamada.
Biri dervişlerin tekifini kabul edip şeyh olacak mı, ikincisi de Eda’ya duyduğu
aşkı karşılık bulabilecek mi? Ama Tarık Tufan bunlarla yetinmiyor kahramanının
kapısını bir de Şanzelize Düğün Salonunda çalışan yakın arkadaşı Rüstem’e
çaldırıyor. Rüstem’in yanında nikâh için tam imzaları atacakken damadı ve tüm
davetlileri bırakıp onunla kaçan gelin vardır. Düğün salonundan kaçıp
kahramanımızın kapısını çalmışlardır, gelinin üzerinde hâlâ gelinlik vardır ve
gelinin ve damadın aileleri ellerinde silahlar onları aramaktadır. Bir namus
cinayeti ile sonuçlanabilecek bir olay yaşanmaktadır. Kurbanlardan biri de
yardım ve yataklık ettiği için kahramanımız olacaktır.
“Şanzelize Düğün Salonu”nun (Ekim 2015, Profil yay.) ilk
sayfalarında olaylar üst üste yığılınca okur olarak bir karmaşa ile
karşılaştığımızı düşünüyoruz. Tarık Tufan iyi bir deneme yazarıdır. Kendine has
şiirsel bir anlatımı vardır. İlk sayfalarda denemeci yanı da ağır basıyor ve
romana denemelerdeki üslup hâkim oluyor, metin denemeye doğru kayıyor ve
ayrıntılarda kaybolacağımızı düşünüyoruz. Tabii ki ayrıntılarda kaybolan,
romanın kahramanının ruh haline ağırlık veren bir anlatı olabilir. Ama bir
yanda da “teaser” olarak anlatılmış üç olay var. Onlar ne olacak, nasıl
toparlayacak diye düşünüyorsunuz.
Neyse ki ilerleyen sayfalarda denemeci yanının getirdiği anlatma/yorumlama
iştahından kurtulup romanın ana eksenine dönüyor Tarık Tufan. Geriye dönüşlerle
gelişen roman daha da dallanıp budaklanıyor, renklenip hareketleniyor. Kahramanın
hayatın içindeki savruluşlarının nereye varacağını, nasıl bir sona ulaşacağını
anlamaya çalışıyor, ilerleyen sayfalarda neler olacağını merak ediyoruz.
Sevdiğinden ilgi görmek, en azından dikkatini çekmek isteyen
kahramanımız Eda’nın hep yanıbaşında olabilmek için onun gibi yaşamaya
başlıyor. Biraz bohem bir öğrenci hayatıdır bu. Okul sonrası zaman kafelerde,
barlarda geçiriliyor, geceler bir öğrenci evinde noktalanıyor. Bol alkol, hatta
esrar giriyor hayatına. Sık sık gecenin bir vakti Eda’yla başbaşa kalıyor ama
bir türlü açılamıyor. Sonunda aşkını ifade etmeyi başardığında da romana yeni
bir boyut katılıyor. Eda’nın uzatmalı bir sevgilisi vardır. Onunla gerilimli,
araya şiddet karışan bir ilişki sürdürmektedir. Eda bu aşk ilişkisinde her
darbe yediğinde kahramanımıza sarılır ama umudunu yitirmez, sevgilisi Savaş’la
yeni denemelere girer. Kahramanımız bu ilişkiye müdahil olmak ister. Bu da
romana bir başka polisiye boyut katar.
Bu arada evden koptuğu için parasız kalan kahramanımız
çeşitli işlere girip hayatını kazanmaya çalışır. Pek emek vermeden çok para
kazanacağı işler arar. Yaşlılarla sohbet etmek ilk işidir ama henüz piyasaya
sürülmemiş ilaçlar için deneklik yapmak en uzun sürdürdüğü iş olur. Denek
olarak kullandığı ilaçların yan etkileri de romanın başka bir boyutu haline
gelir. Buradan ilaç şirketlerinin yasadışı işlerine doğru uzanır, deneklerin
başlarına neler geldiğini somut bir olayda öğreniriz.
Hayatta olduğu gibi her roman kahramanın kendine has bir
öyküsü, dertleri, tasları var. Onları daha yakından tanıyınca yeni dünyalara
açılıyor, yeni olaylarla daha da boyut kazanıyor roman. Bu öyküler anlatıldıkça
roman kahramanlarının bazı şeyleri neden yaptıkları daha da netleşiyor,
anlaşılabilir hale geliyor. Örneğin Rüstem’in makul, aklı başında bir adam gibi
görünmesine rağmen gelini nikâh masasından alıp kaçması da, gelin adayı
Nurhan’ın sadece bir kez göz göze gelidiğ Rüstem’in elini tutup gitmesi de
anlaşılabilir hale geliyor. Hemen herkesin kendice bir sebebi var.
Romanın anahtar kişisi, her işte yardıma koşan Baki Semih de
böyle birisi. Bir kurtarıcı melek gibi yer alıyor kahramanın hayatında. Birçok
sorundan sıyrılmasını sağlıyor ama tıpkı bir sabır abidesi olan ve gerçek
yaşamda böyle bir baba bulmanın kolay olmadığını düşündüren Babası Şeyh Ahmet
Niyazi Efendi gibi kahramanımızın roman boyunca yapacağı yanlışları
önleyemiyor.
Maddi ve manevi hayat arasındaki çelişkiler romanın önemli
boyutu. Bir yanda babasının öğütleri ile de şekillenen tasavvufi anlayış var diğer
yanda sahte cazibesi ile maddiyatçı bir yaşam tarzı. Çok zor durumda kaldığında
tekkeye sığınsa da kahramanımızın tercihi sokaktan yana oluyor. Oradan
öğrenmesi gerekenler var ve o sınavlardan geçmeden yaşamda neyin daha değerli
olduğunu kavraması mümükün değil. İnsanoğlu deneme yanılma yöntemi ile
öğreniyor. Özellikle Ahmet Niyazi Efendi’nin yaklaşımı ve söylediklerini eksene
alıp, tekke yaşamından yarıntıları da ekleyerek romanı farklı bir açıdan
okumak, olayları Tasavvufi nitelemelerle de çözümlemek mümkün.
Roman ilerleyen sayfalarda kahramanımızın yaşadıkları ve
karşılaştığı insanların öyküleri ile dallanıp budaklansa da Tarık Tufan yapıyı
korumayı bilmiş ve romanı yörüngesinden çıkartmadan sona erdirmiş.
“Şanzelize Düğün Salonu”nu bir insanın kendini arayışının
romanı. Yaşamın içinde çeşitli olaylarla sınanıp olgunlaşıyor. Gelinle düğün
salonundan kaçıp gelen arkadaşı ve peşlerindeki silahlı kişiler ve Eda’nın
sevgilisi ve sonradan eşi olacak Savaş’ın izini sürmesi gibi polisiye boyut da
var. Ama zaman zaman “edebiyat” yapsa da sıradan bir insanın başına gelebilecek
şeyleri olması gerektiği gibi ve akıcı bir dille anlatıyor Tarık Tufan.
19.11.2015
İyi Sanat Politikse
“İyi sanat politiktir” demiş Comntemporary İstanbul’un (CI)
icra kurulu üyesi Marc-Olivier Waller sanat servisi şefimiz Evrim Altuğ’a
verdiği demeçte (12 Kasım 2015). İKSV İstanbul Bienali’nden hemen sonra önce
25. İstanbul Sanat Fuarı (Artist) ardından da 10. Contemporary İstanbul (CI)
açıldı.
İki fuarın satış odaklı ortak bir yaklaşımı olsa da farklı
konumlanışları var. Bu biraz mekânların bulundukları yerden kaynaklansa da esas
olarak fuarların oluşturulma yaklaşımı ile bağlantılı. Artist, şehrin dışı
sayılabilecek bir yerde Beylikdüzü’nde IC tam da merkez’de Harbiye’de açılıyor.
Konumları içeriklerine yansır mı? Eğer konumları ziyaretçi profilini
etkiliyorsa içeriği de etkileyebilir. “Şehrin dışı” sayılan yerlerde orta sınıf
oturuyor. Merkezde ise üst sınıflar. Fuarlar satış amaçlı olduklarına göre
“alıcı” olabilecek ziyaretçilerinin niteliklerini dikkate almak durumunda. Ama
her iki fuara da çok sayıda ziyaretçi geldiğine göre bu ölçü doğru da
olmayabilir.
IC’nin bir ön izleme günü olması, o gün sadece “özel”
misafirlere açık olması esas olarak koleksiyonerleri hedeflediğini
düşündürüyor. Çünkü esas satışın bugünde gerçekleştiği anlaşılıyor. Artist ise
hem koleksiyonere hem de sanatsevere aynı gün açılıyor.
İki fuarın yapılanmalarında, sergileme anlayışlarında ise
pek fark göremiyorum. Ana teması "Geçmişe Tanıklık" olan Artist
yaklaşık 1000 sanatçının işlerinin sergilendiği galeriler, bağımsız grup ve
inisiyatifler ile birlikte 150'ye yakın genç sanatçıyı da konuk etmiş. Sanatçı
Onur Ödülü yıl içinde kaybettiğimiz Fikret Otyam’a verilmiş. 1915'ten bugüne
yaşanan dünya savaşlarına, acılara ve trajedilere tanıklık etmeyi, unutmamayı
ve hatırlamayı amaç edinen “Amarcord / Hatırlıyorum” adlı karma sergi ile Karşı
Sanat’ın düzenlediği “60. Yıldönümünde 6-7 Eylül” ve altı kadın sanatçının Ursula Le Guin'in
"Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar"ından yola çıkarak hazırladıkları
sergiler dikkati çekiyor.
Contemporary İstanbul’a 24 ülkeden 102 galeri ve 700’den
fazla sanatçı katılmış. Çağdaş İran sanatı örneklerinin sergilendiği
Contemporary Tehran ile Uzakdoğu’nun özgün ile çağdaş sanat eserlerinin yer
aldığı Australia China Art Foundation ve yeni medya sanatından örneklerin
sunulduğu Plugin dikkati çeken bölümler.
Marc-Olivier Waller’ın “İyi sanat politiktir” tezi ile iki
fuara bakarsak Artist’in CI’ya göre daha politik içerikli olduğunu
söyleyebiliriz. “İyi sanat politiktir” çünkü dünyaya kendine has bir bakışı
olmayan, o bakışı eserine yansıtamayan sanatçı özgünleşemez. Ama iyi fuarın
“politik” olması gerekli değil hele günümüz Türkiyesi’nin siyasi koşullarında
iyi fuarın “apolitik” olması daha sağlıklı bir tavır olarak görünüyor.
Sanat fuarlarının ana omurgası galerilerden oluşur ve
amaçları olabildiğince çok ziyaretçiye ulaşarak olabildiğince çok eserin
satılabilmesini sağlamaktır. O nedenle IC daha ilk günden kaç liralık eser
satıldığını ilan ediyor.
Kuşkusuz fuarlarda “iyi sanat” da alıcı bulabilir ama “politik” içerikli
sanat eserlerinin, hele güncel politika ile ilgili ise pek alıcı bulabileceğini
sanmıyorum. Zaten her iki fuarda da satış amaçlı olarak sergilenen işlerin
arasında çok az sayıda güncel politik içerikli işler vardı. Sanat alıcısının
orta ve üst sınıf olduğu, satın alma amaçlarının koleksiyon ya da evin –
işyerinin duvarına asmak olduğu düşünülürse galerilerin satılabilir işler sunma
tavrı normaldir. O nedenle de fuarlarda bu tür işler sergilenir, güncel ya da
çağdaş sanatın yeri ise fuarlar değil bienallerdir. 18.11.2015
Cuma, Kasım 13, 2015
Ezra Pound
Ezra Pound büyük bir şair olmasının yanında siyasi görüşleri
ve eylemleri ile de gündemde olmuş, tartışılmış bir entelektüel. Ezra Pound’un
yaşam öyküsünü anlatmak istediğinizde bir dizi paradoksla karşılaşıyorsunuz.
“Konfüçyüs hayranı barış aktivisti, vatan haini, faşist ve şair...” ve akıl
hastanesine kapatılması gereken bir deli. Alec Marsh “Ezra Pound” (Eylül 2015,
çev. Şahika tokel, Yapı Kredi yay.) biyografisinde şairin bütün yönlerinin ele
alıp derinlemesine araştırırken bu paradoksu anlamamıza da yardımcı oluyor.
Ezra Pound’un yaşam öyküsü aslında büyük bir şairin, iyi bir
entelektüelin nasıl yetiştiğinin somut bir örneği gibi gelişiyor. Akıllı, sorgulayan
ve hızlı öğrenen bir öğrenci. Kültür ve siyasetle yoğrulmuş iyi bir aileden
geliyor. Çok küçük yaşlarda şiir yazmaya başlıyor. Yabancı dilleri öğrenmeye
çok yatkın. 15 yaşındayken üniversiteye kabul ediliyor. Şair dostları William
Carlos Williams ve sonraları H.D imzasını kullanacak olan Hilda Doolittle’la tanışıyor.
Almanca, Fransızca, İspanyolca’nın yanı sıra Eski Yunanca, Eski Fransızca, Eski
Porvence dili ve Eski İngilizce çalışıyor. Provence şiirinden, Trubadurlardan
çeviriler yapıyor. Lope de Vega’nın oyunlarındaki nükteci figür üzerine yaptığı
doktorasının araştırmaları için Avrupa’ya gitttiğinde profesyonel bilim adamı
olamayacağını, tek bir konuya odaklanıp hayatını harcayamayacağını anlıyor ve
bu engin kültürel birikimin tamamını kavraması gerektiğine karar veriyor. Ama
akademik çalışmalarını bırakmıyor. 22 yaşında Roman dilleri öğretmeni oluyor.
İki yıl içinde profesör ve bölüm başkanı olabilir. Ama ahlaksızlıkla suçlanarak
okuldan atılıyor. Bu aynı zamanda akademik yaşamının bitmesi ve hayatını şair
olarak sürdürmeye başlaması da demek.
New York’tan gemiye binip Venedik’e gidiyor. Amacı popüler
bir yazar olup hızla zengin olmak. Ama ilk şiir kitabını kendi olanaklarıyla
ancak 150 adet bastırabiliyor. 1908’de Londra’ya gidişi ile hem kendi hayatı
hem de çağdaş şiirin yörüngesi değişiyor. Entelektüel çevrelere giriyor. W.B.
Yeats ve Ford Madox Ford’la tanışıyor. Dergilerde yazmaya başlıyor. Yeats’in
sekreterliğini yapıyor. Zamanla dergilerin editoryal kadrolarında yer alıyor.
Küçük yayınevlerinde sözü geçen biri haline geliyor. Editörlükteki öngörüleri
hayranlık uyandırıyor. Yeni dergiler yayınlanmasını, yayınevleri kurulmasını
sağlıyor. Trieste’de yaşayan James Joyce’a burs buluyor, sonra da “Sanatçının
Bir Genç Adam Olarak Portresini” bastırıyor. Yasaklanacağı çekincesiyle
kimsenin basmak istemediği Joyce’un Ulysses’inin bir dergide tefrika edilmesini
sağlıyor. Pencaplı şair Tagore’un İngiltere’de yayınlanmasını sağlıyor. T.S
Elliot’la dostlukları ve şiirdeki işbirliklerinin derinliği ise biliniyor.
Gerektiğinde cebinden harcayıp, borçlanıp desteklediği şairlerin,
arkadaşlarının kitaplarının basılmasını sağlıyor. Alec Marsh, desteklediği üç
şairin Yeats, Elliot ve Tagore’un Nobel Edebiyat Ödülü aldığına dikkati
çekiyor.
İlişkiler tek taraflı değil. Ford Madox Ford da Pound’un
eski diller, sözcükler, söyleyişleriyle garipsenen şiirlerinin yayımlanmasını
sağlıyor. Pound bir şair olarak tanınmaya başlıyor. Modernist edebiyatın temellerinin atıldığı
yıllar ve bunun en önemli mimarlarından biri Ezra Pound. Pound modernizmin
Batı’nın ikinci rönesansı olduğunu düşünüyor ve I. Dünya Savaşı’nın başlamasının
bu rönesansı öldürüdüğüne inanıyor. Büyük bir savaş karşıtı. Hep barışı
savunmuş.
Edebi yaşamı hızla gelişirken aşk yaşamı da oldukça
karmaşık. Birden fazla kadınla ilişkisi var. Evlense de durum değişmiyor. Bu
aşk ilişkilerinin yarattığı karmaşa onun oldukça zamanını alıyor. Bu aşk
karmaşasından uzaklaşma arzusu İngiltere’yi terk etmesinin gerekçelerinden biri
oluyor. Ama aşk peşini bırakmayacak. Yerleştiği Paris’te en büyük aşkını
Olga’yı bulacaktır. Yaşamının hiçbir döneminde tek eşli olmadığımı da
belirtelim.
Paris’te Ernest Hemingway’le, Gertrude Stein’la tanışıyor.
Bestecilerle, ressamlarla dostluk kuruyor. François Villion’un son gecesini
anlattığı bir opera yazıyor.
Ezra Pound için en önemli dönüm noktası Çin Şiiri’ni ve
ardından Konfüçyüs’ü tanıması olsa gerek. Modernist şiirin temellerinde ne
kadar Çin Şiiri ve sanatı varsa Pound’un başyapıtı Kantolar’ın da esin kaynağı
onlar. İmajizm, vortisizm gibi akımların da bu Çin araştırmalarından
kaynaklandığını belirtiyor Alec Marsh. Pound Çin ve Japon düşüncesi üzerine
araştırmalarını derinleştiriyor. Konfüçyüs’ün metinlerini çevirip yayımlıyor.
Konfüçyüs’ün benlik, aile ve devletle ilgili görüşlerinin Batı için de kurtuluş
olduğunu savunuyor. Yazdıklarından bir yandan da Latin edebiyatı üzerine de
çalıştığı, Latince’de yetkinleştiği, Turbadurları da incelemeye devam ettiği
anlaşılıyor.
Bu araştırmalar, eski diller üzerine çalışmalar sonuç olarak
başyapıtı olan Kantolar’ı doğuracaktır. Kantolar’ı oluşturan düşünce yapısının
ise Konfüçyüs’ten başlayıp Faşizm’e vardığı anlaşılıyor. İdealden gerçek olana,
şiirden ekonomiye ve nihayet siyasete doğru yol alıyor. Çağdaş bir sanatçının
ekonomi bilmesinin ön koşul olduğunu savunuyor. “Acımasız açgözlülüğe karşı
insan yaratıcılığının, kaosa karşı medeni düzenin, sahte değerlere karşı gerçek
değerlerin, lükse karşı cumhuriyetçi dürüstlüğün” mücadelesi için bu gerekli. Savaşlar
kâr için kışkırtılmaktadır. Finans ve savaş çağdaş hayatın düşmanıdır. Para
araç olmaktan çıkıp amaç olmuştur. Okuduğunuzda sosyalist düşüncenin ifadesi
olarak değerlendirebileceğiniz bu görüşlerin faşizme, anitsemitizme varması ise
ilginç bir olgu. Bunu Pound’un yaşadığı dönemle, I. Büyük Savaş sonrası bir
yeni savaşa hazırlanılırken varılan yanlış bir liman olarak açıklamak yeterli
mi? Yoksa Ezra Pound’un her şeyi sadece kendisinin bildiği inancıyla şişen
egosunun da payı var mı bu durumda? Unutmamalı ki Mussolini ilk yola çıktığında
partili bir sosyalistti. Savaşın sonunda yakalanıp öldürüldüğünde de “İtalyan
Sosyalist Cumhuriyeti”nin cumhurbaşkanı payesini taşıyordu. Sosyalizmle faşizm
arasında uzun bir yol yok. Sosyalizmi yerelleştireceğim diye milliyetçi
ideoloji ile harmanlayınca “nasyonal sosyalizm”e, faşizme varıyorsunuz.
Sonuçta Ezra Pound şiirle, edebiyatla uğraştığından çok
ekonomi ve siyaset üzerine çalışıyor, hatta bu konularda kitaplar da yazıyor.
Kendine has ekonomi politikaları geliştiriyor. Kendi ekonomipolitiği ile
dünyayı açıklıyor. Para ve onun yarattığı emek karşılığı olmayan faiz ve tabii
tefecilik ortadan kaldırıldığında her şeyin düzeleceğine inanıyor. Yani
insanlara yeni bir yaşam biçimi önerecek bir düşünür gibi davranıyor.
Ezra Pound savaşların nedeninin para üzerine kurulu ekonomi
olduğuna ve büyük bir savaşın yaklaştığına inandığı için savaşı önlemek
arzusuyla radyo konuşmaları yapıyor. Radyo konuşmalarında sürekli finans
çevrelerinin askeri sanayinden para kazanmak için savaş çıkarmaya çalıştığını
söylüyor, ABD yönetimini bu oyuna gelmemesi, Avrupa’daki savaşa katılmaması
yolunda uyarıyor. Bu amaçla siyasi içerikli kitaplar yazıyor, hatta siyasileri
bizzat uyarmak için ABD’ye seyahat bile ediyor.
Girişimlerinden sonuç alamayacağını savaşı önleyemediğini
anlayıp umutsuzluğa kapılıyor, vatanına dönmek istiyor ama bu kez de ABD onu
kabul etmiyor. Herhalde niyetleri daha sonra savaş suçlusu olarak tutuklayıp
yargılamak. Ezra Pound tutuklanıp bir kafese konduğunda yanında sadece
Konfüçyüs’ün bir kitabı var.
Benim esas ilgimi çeken her şeyin bittiği bu noktada Ezra
Pound’un kendiyle bir hesaplaşmaya girmemiş, özeleştiri yapmamış olması. ABD’ye
götürülüyor, hapis ediliyor, sonra en tehlikeli suçlularla birlikte 13 yıl akıl
hastanesinde tutuluyor ama o yine aynı anlayışta. ABD’nin en aşırı sağcıları
ile bağlantı kuruyor. Onların dergilerinde yazıyor, kitapları onların
yayınevlerinden çıkıyor. O dönem yazdığı tüm Kantolar’da da şifreli de olsa bu
sağcı düşünceleri savunmaya devam ediyor. Onlar da Pound’u baştacı ediyor.
Alec Marsh iyi bir Pound araştırmacısı. Hem Pound’un
yaşamını en ince ayrıntısına dek araştırmış, hem de Pound’un yazılarını,
mektuplarını, şiirlerini ve başyapıtı “Kantolar”ı objektif bir bakışla
inceleyip yaşam öyküsünü, düşünce yapısını tahlil etmiş. 1000 sayfada yazılacak
şeyleri hiçbir şeyi atlamadan 228 sayfada anlatmış.
13.11.15
Etiketler: Ezra Pound, yapı kredi yayınları